Perşembe, Nisan 18, 2024

Hikaye: Denize Dökülen Sokaklar

Yanı başımdaki adam, çay kaşığını bir su bardağının içinde şangır şungur sallamaya devam ediyor. Aralıksız 3 dakikadır bu eziyete devam ediyor. Çay bardağını kafasında kırıp parçalamak gibi bazı hisler beynimde cereyan ederken, burunları sızlatan o ter kokusu ile yanı başımdaki bu şişman adam –Ali Haydar- ile göz göze geliyoruz. Aklımdan o kaşığı ona yutturmak fikri yine geçse de ona yalancı bir gülümseme ile bakarak bir baş selamı veriyorum ve yüzümü hemen başka yöne çeviriyorum. Zira bu herifle konuşmayı hiç mi hiç istemiyorum.

Saat 17:54. Sonbaharın ilk ayındayız lakin adaya kış hemen gelmez. Sadece güneşi erken batırırsınız. Tahmini 20-25 dakika daha burada oturabilirim. Sebebini size şimdilik söylemeyeceğim. Oturduğum yer -Eleni’nin Çay Bahçesi-, adanın Güneybatısındaki tepenin en yukarı kısmındadır. İnsanlar öğlen sıcağından kaçmak ve geceleri bir iki kadeh içmek için gelir buraya. Çok güzel bir manzarası vardır. Güneşin doğuşunu ve batışını en iyi buradan gözlemlersiniz. Bu önemlidir; zira adada yaşarken aklınız hep adanın dışında yaşayanlardadır ve böyle güzellikler sizi geçicide olsa avutur. Burayı cennet gibi bir hapishane şeklinde tezahür edebilir insanlar. Ya da öyle sanıyorum ki; burada yaşayanlar içinde sadece bana öyle gelmekte.

YAZ KIŞ DEMEDEN KAHVERENGİ TAKIM ELBİSE GİYEN MUHTAR ALİ EFE

Beklentileri küçük ama yine de çok mutlu görünen bu insanlar, sizleri ilk başlarda çıldırtabilir. Mesela Ali Haydar… Çalışkan, elinden her iş gelen bir adamdır. Uzun boyu ve cüsseli yapısı ile bir dev izlenimi uyandırır insanda. Ancak safçadır biraz Ali Haydar. Kırklı yaşlarında, bir evlilik yapmış ama karısı onu, adaya işçi olarak gelen başka bir adamla aldatıp yine bu yabancı adamla kaçıp giderek terk etmiştir. Şu kokusunu görünce kadına hak vermiyor da değilim… Ama yine de her zaman yüzü güler bu herifin. Neyse oturduğum yerden adanın meydanına bir sokak iner. Arnavut kaldırımlarla bezeli bir yoldur bu sokak. Yolun sonu, doğrudan meydana çıkar. Meydan dediğimde, bir Atatürk büstü etrafına çember biçiminde sıralı 5 dükkandır. Kasap Aydın, Bakkal Mesut, Tamirci Süleyman, Maria’nın lokantası ve Hakkı dayının dondurmacı dükkanı. Bunların karşısında Muhtar Ali Efe vardır. Herif herhalde 30 senedir muhtarlık yapmaktaymış. Yaz kış demeden sürekli kışlık kahverengi bir takım elbise giyer. Adadaki herkes ona saygı duyar ki hepi topu 87 kişidir ada nüfusu. Neyse Ali Efeyi severim. O da beni sever. Bizleri evinde toplayıp rakı sofrası kurar çoğu zaman. Şekerden yatalak olmuş bir eşi vardır. Kadını bu adada yaşadığım 2 sene boyunca hiç görmedim. Doğrusunu söylemek gerekirse merakta etmedim. Çocukları ise ada dışında yaşar ve sadece bayramdan bayrama gelirmiş.

Sanırım Ali Efe beni biraz da bu yüzden seviyor.

Ulen Can, adam gibi içsene len şu meredi. Hakkı sen de söyleyiver şu dürgüyü yeter garii naz yaptığın” der, sarhoş olduğu her vakit ve Yörük Ali Efe türküsünü söyletir Hakkı dayıya hem de defalarca. Hakkı dayı, en yakın arkadaşıdır Ali Efe’nin ve sesi de ne iyi ne de kötüdür. Ama sarhoşken hangi ses kötüdür ki?

Eleni’nin yerinden aşağı baktığımda Süleyman’ı görebiliyorum. Dükkanın önünde yine bir şeyler tamir ediyor. Bileğimdeki deri kordonlu saat 18:05’i gösteriyor. Sanırım kalkmak için iyi bir vakit. Zira Ali Haydar beni lafa tutarsa hem kafam şişer hem de burnumun direği düşebilir. Şu herif sahi hiç mi yıkanmaz!

-“Dimitri, borcumuz nedir?”

-“Aman doktor beyim, nereye gidersin? Otursana birazdan tavla atarız seninle.”

-“Başka zaman inşallah Dimitri. Nedir borcum?”

-“Neyin var: 1 kahve, bir de soda. 5 milyon versen kafidir doktor.”

Hesabı ödedikten sonra oturduğum yerden kalkıp aşağı doğru yol alıyorum. Ayıp olmasın diye Ali Haydar’a bir hoşçakal diyecekken, eliyle burnunu karıştırdığını gördüğüm için selam vermekten vazgeçip yoluma devam etme kararı veriyorum. Aşağı doğru inerken Arnavut kaldırımları yüzünden kunduralarım ayaklarıma vuruyor. Arnavut kaldırımlarını oldum olası sevmemişimdir zaten. Ancak harika bir deniz meltemi, tam da bu anda, memuriyetten mütevellit her daim sakalsız olan yüzümü okşuyor. Ayrıca Deniz’in o kendine has tuzlu kokusunu da hissediyorum. Bu yokuşu her indiğimde bu hisler zihnime musallat oluyor. Çıkarken ise zorlanıyorum. Çok zorlanıyorum hem de…

Tütünden yorulmuş ciğerlerim isyan bayrağını çekiyor. Eleni, bu halime çok takılır hep. Kadın yetmişindedir ama yaşından beklenilmeyecek ölçüde dinç ve çeviktir. Ali Efe ona hep, “Helvanı ne zaman yiyeceğiz Eleni” der. Kadın ise Rumca küfürler savurup, “Seni gömmeden bir yerciklere gitmem more” diye karşılık verir. Bu anıyla yüzümde tebessümler belirmişken ada meydanına indiğimi fark ediyorum. Burası sanki adanın merkezidir ve buradan plaja ve korsan kayalığına doğru zıt doğrultularda olan iki sokak başlar. Evim, plaja giden yol olan Nergis Sokak’tadır. Ev dediğim de adanın sağlık ocağıdır ya, diğer ada sakinleri de bu sokakta komşumdur. Sadece Ali Efe’nin evi Korsan Kayalığı yolundadır. Benim yolum, o kayalıklara doğrudur şimdi…

Her Cuma günü ve fırsat bulabildiğim diğer günler, güneşin batmasına yakın oraya giderim. Neyse  kayalığa giden yol, bir yokuşun sonundadır. İki yamacında zeytin ve incir ağaçları vardır. Bakınca yeşil, mavi ve kahverengi bir arada, kol koladır bu yolda. Bu yolu sonsuza kadar yürüyebilirim. Ancak gerçekçi olmak gerekirse; adada hiçbir şey bu kadar uzun sürmez. Ne sevinç ne keder, hiçbir şey…

Meydana vardığımda kolumdaki saat 18:25’i göstermekte. Biraz daha geç kalırsam, kaçıracağım. Allah ‘ın cezası süreyi yine denk getiremezsem kahrolurum.

-“Ege’de takaların mı battı ne bu suret len?”

Ali Efe, yine 51 model Bedford kamyonu motoru gibi hırıldayarak gülmekte. Bu adam bir Kore gazisidir ve “Savaşta bu ciğerleri de bıraktık ulen” der, öksürük nöbetleri arttığında hep. Hiçbir kahkahası yoktur ki bu nöbetlerle taçlanmasın. Şimdi yine bu nöbetlerden birindeyken, “Eleni seni gömecek bu gidişle Ali Efe” diye, kendisine karşılık verdim.

“Siktir oradan, o bunak cadının helvasını ben kavuracağım, ben!” En son “ben” dediğinde, yumruğunu göğsüne vurmuştu ve yine bir öksürük nöbetine girdi.

-“Dur, tamam, sakin ol Efem. Korsan Kayalığı’na gitmekteyim, acelem var.”

-“Acelesi varmış, sanki tabakhaneye… Neyse akşam bize gel, gelirken o Dimitri sümsüğünü de al.”

-“Peki peki Eleni’ye söylerim helva da yollar bize.”

-“Siktir ulen” derken yine gülme ile karışık bir öksürük nöbetine girmişti.

Ali Efe’yi gerçekten seviyorum. Yoluma devam ederken Aydın ve Süleyman ile de merhabalaştım. Maria’ya ise sadece bir baş selamı verdim. Kadın bu sıcak Ege adasına kutuplardan düşmüşçesine soğuktu. Çok soğuktu hemde ama muhteşem yemekler yapardı. Hele ki enginar dolması… Bu düşünce ağzımı sulandırılırken, acıktığımı fark ettim. Yol üzerindeki incir ağaçlarında olgunlaşmış bir iki incir bulurum umuduyla yürüdüm ama ağaçlarda hiç meyve kalmamıştı. Sonbahar…

Saat 18:46. Biraz daha adımlarımı hızlandırarak Korsan Kayalığı’na varabildim sonunda. Saat 18:52. Güneş, önümdeki Poseidon Koyunu kıpkırmızıya boyamıştı bile. Deniz, akşam rüzgarının etkisi ile biraz hırçınlaşmaktaydı ve dalgalar, hemen altımdaki kayaları dövmekle meşgul. Bu yer, adanın aşıklarının buluşma yeriymiş eskiden ama adada böylesi bir romantizmi arayacak hiçbir genç kalmamış. Akşamki rakı muhabbetlerinden duyduğum kadarıyla; buralara en son Süleyman gelirmiş birde bizim kokuşmuş Ali Haydar. Hani şu onu bırakıp giden karısı ile. Herif sürekli güler ama sarhoş olmayagörsün… O zaman sürekli ağlar ve bir fil gibi içtiğinden çoğu kez o devasa cüssesini evine biz taşırız. Bazen ise taşımaz, sızdığı yere bırakıp evlerimize gideriz. Neyse şimdi zihnimi bu kokuşmuş herif ile bozamam. Burası adanın denize dökülen en güzel sokağıdır. En güzel gün batımını göreceğiniz yer değildir zira Eleni’nin yeri, daha dürüst olmak gerekirse çok daha güzel bir manzara sunar. Ama sizi rahatsız edecek bir insanın olmaması, güneşin ala kızılcası ve Ege’nin o turkuaz mavisinin birbiri ile sarmaş dolaş olduğu şu koy, altımdaki kayalıklarda dalgaların söylediği yeryüzünün en güzel şarkıları…

Burası, gün batımında en güzel hissedeceğiniz yerdir. Üstelik bugün Cuma günü. Adaya, ailesi burada olan öğrencileri ve insanları taşıyan vapur gelir. Vapur, mevsimden sebep; iskeleye yaklaşık 250 metre kadar kala batan güneşin denize döküldüğü yerlerden geçer. Bu anda; yere oturup, ayaklarımı uzatarak; kollarımı -ellerimi avuç içleri ile kayalıkları kavrayacak şekilde- kollarımı gerilmiş bir vaziyette tutup, başımı yine gerilmiş omuzlarım üstünden geriye sarkıtarak, gökyüzünün bu son maviliklerine bakarım. Deniz meltemi ve onun getirdiği bu tuzlu koku yine yanı başımda belirirken, gözlerimi kapatırım ve senin, o vapurda bana geldiğini hayal ederim. Yüzümdeki bu meltemin, narin ellerindeki küçük parmakların olduğunu hayal ederim. Zaman, işte bu anda bütün anlamını yitirir zihnimde ve sonsuzluğa karışırım. Ama bu enfes hayal alemindeyken, beynimde hiçte yabancı olmadığım keskin bir koku… Gözlerimi açıp doğrulduğumda ise yine bana pis pis sırıtarak bakan o lanet surat, Ali Haydar!

-“Şey Doktor, Ali Efe dedi ki git bizim  hekimi al gel buraya. Şey akşam ziyafet varmış. Şey hem de Börülce de varmış Doktor Bey.”

Bu herifin ağzının suları akarken pis pis sırıtması bana yine iki gerçeği hatırlatıyor. Senin bu sefer de gelmediğin ve bu karantina yerinde hiçbir şeyin çok uzun sürmeyeceği… Ellerimi bu pis kokan herifin sırtına vurduktan sonra bu durumun yarattığı çaresizlik içinde gülerek:

-” Yürü, Hadi gidelim Ali Haydar…”

Hasan Ali Hamarathttp://populerakim.com
İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Mezunu

Related Articles

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

- Advertisement -

Son Yazılarımız