İzlediğimiz bir filme nasıl “iyi” nitelemesini yaparız diye düşünürüm bazen. Bu konuda su götürmez bir gerçektir ki bazı kıstaslar vardır ve bu kıstasları sağlayan filmler gözümüzde iyidir. Yani iyi çekim teknikleri, kullanılan müziklerin ve görüntü efektlerinin iyi olduğu ve tabii ki elle tutulur bir senaryo kalitesi olan her film bizler için iyi birer filmdir. Ancak “çok iyi olarak” nitelenen filmlerde bazen birbirinden çok farklı yorumlar ortaya çıkabilir. Örneğin “Fight Club” filminin nesinin iyi olduğunu söyleyerek arkadaşlarımı az çıldırtmadım ve doğru anda seyrettiğimdeki tepkim sadece iki kelimeydi: “Aman Allah’ım”.
Bir filmi iyi yapan kıstaslar şüphesiz çok iyi olarak nitelendirilen zirve filmlerinde de mevcuttur. Ancak bu filmlerde farklı olarak çok kuvvetli bir unsur göze çarpar. O da; “duygudur”. Bu muhteşem yapımların yönetmenleri sanki bizlere bir şart koşar ve onu sağlamazsak bu muhteşem filmlerden gerekli hazzı ve lezzeti alamayız. Bu duyguyu neyin belirlediği üzerine bir yorum yapacak olursam cevabım; filmin üretildiği ya da başka bir deyişle içinden çıktığı kültürü bilmektir diyebilirim gönül rahatlığıyla. Bu sebepledir ki günümüzde en bilinen sinema ekolü Hollywood’dur. Zira günümüzde en etkin kültür de amerikan emperyalizmi ve onun lokomotifliğini yaptığı küresel kapitalizmdir.
Afganistan’da evinde televizyonu bulunan bir insan, ABD’deki şehir yaşamı veya kasaba yaşamı üzerine bir fikir sahibidir. Zira sinemanın önemli misyonlarından birisi de yadsınamaz şekilde “propagandadır”. Ancak çok azımız 3. dünyada yaşamın nasıl olduğu üzerine fikir sahibiyizdir. Afrika’da aslanların yaşamı insanlardan daha fazla bilinir maalesef. Bu yüzden farklı ülkelerin sinema kültürleri üzerine incelemeye başlamadan önce mutlaka o ülkenin kültürü üzerine biraz araştırma yaparım. Bu sayede yine İran Sineması gibi muazzam bir dünya ile tanıştım. Sinemaya ilgi duyan herkese önerimdir İran Sineması.
Konumuzdan çok uzaklaşmamak adına bugün size bir film anlatmak istedim. Bunun için en iyi filmlerimi kafamda sıralamaya başladım. Ancak bunu yaparken fark etmiştim ki listemde hiç yerli bir film yoktu. Ben kültür konusunda çok milliyetçi bir insanım ve bu durumu fark etmem üzerine oturup “bizde hiç iyi bir film yok mu” diye düşünmeye başladım. Düşündükçe fark ettim ki bal gibi çok iyi olan filmlerimiz vardı. Bu sebeple bugün size, bana göre en iyi yerli filmimizi anlatmaya karar verdim. Dünyayı Kurtaran Adam! Şaka şaka tabii ki bugün size anlatacağım film, aslında 2 filmden oluşan bir seri. “Vizontele serisi”…
1999 yılında ilk filmi çekilen ve ilkinde beklenen etkiyi yaratamasa da ikinci film olan Vizontele Tuuba da 2004 yılında çekilen bu seri, benim için gerçekten çok önemli bir misyona sahiptir. Zira serideki filmler boyunca sizi karnınızı ağrıtacak kadar güldürüp filmin sonunda ise belki de ağlatmayı başarabilen bir etkiye sahip. İçinde bazıları gizli bazıları alenen verilen öyle güçlü toplumsal mesajlar var ki; film değil sanki toplumsal tarih kitabı desek hiç de abartı olmaz bence. Hangi birini anlatayım ki size, bilemiyorum. Ama filmde Altan Erkekli’nin “insan memleketini niye sever” adlı bir konuşması vardır ve o konuşmanın bana kattığını Metin Hara’nın TedX konuşması bile veremez!
Merak etmeyin zıplayıp, hoplamanızı istemiyorum. Neyse konumuza dönersek, İbn-i Haldun’un “coğrafya kaderdir” adlı muhteşem sosyolojik tespitini filmde çatır çatır işler yönetmen. Yılmaz Erdoğan, muhteşem karakter oyunculuğunun yanı sıra filmin yönetmeni ve senaristidir. Bir tebriği hak ediyor bence. Ayrıca bir oyuncu kadrosu vardır ki serinin; Türk Sineması’nın duayenlerini ve gelecek vaad eden oyuncularını aynı potada eritmiştir. Hepsini saysam inanın bir yazı çıkar ama ben yine de benim için en önemli ikisinden bahsetmek isterim. Altan Erkekli ve Tarık Akan. Gerçekten de usta oyuncu kelimesinin hakkını sonuna kadar vermiştir ikisi de. Bir de Cem Yılmaz vardır ki beni serinin ilk filminde çok güldürür. Zira o tipolojiden birisi mutlaka içimizde vardır değil mi?
Film hakkında konuşacak olursak; Kıbrıs Barış Harekatı’nı içinde barındırdığından 1974’lerin Türkiye’sinden bahseder diyebiliriz film için. Filmde gözüme çarpan bir tarih yok ama gözümden kaçmış da olabilir. Peki bu tarihlerde Türkiye’de sosyal yaşam nasıldır diye soracak olursak; “sorunlu” diyebiliriz kabaca. Ülke genelinde öyle garip bir atmosfer vardır ki; ülkeyi yöneten koalisyon CHP-MSP koalisyonudur. Türk Siyasal Yaşamı’na biraz ilgi duyanlar ne demek istediğimi anlayacaktır.
Sol-Sağ kavgasının en sert süreçleri henüz başlamamıştır ancak toplumsal tabanda kendisini yavaştan hissettirmektedir. Öyle ki bu konu serinin ikinci filminde biraz mizahsen bir dille aktarılır seyirciye. Henüz o yıllarda kent nüfusu kırsaldaki nüfustan fazla değildir ancak kent gerçeğinin iş demek olduğu da filmde bize bir şekilde aktarılır. Yine o yıllarda “radyonun” toplum yaşamındaki gerçeği öylesine büyüktür ki bunu radyocu Emin’den anlarsınız. Tanımadıysanız bizim “Deli Emin” işte canım. Zira o yıllarda radyonun resimlisi yoktur. Aslında vardır ama 1970’lerin Doğu Anadolusu’nda yoktur. İstanbul ve Ankara gibi şehirlere gitme şansı yakalayanlar bilir. Mesela “Müteahhit Fikri” bilir ama inanın ki o da hatırlamamaktadır. Zaten televizyon olsa da çok fark etmez çünkü 1980’li yıllara kadar Türkiye’nin büyük çoğunluğunda elektrik alt yapısı mevcut değildir. Ama gelecektir ki filmimizin teması ve ismi olan Vizontele’de böylece ortaya çıkmıştır. Yani insanlar Zeki Müren’i hem dinleyip hem de görecektir. Ama Zeki Müren de onları görecek mi orası biraz meçhul?
[WPGP gif_id=”4453″ width=”600″]
Ama bir sorun vardır ki hacı hoca takımı bu işi çok doğru bulmaz. Şe Şe Şe Şeytanın aleti yaftası bizim yeni Vizontele’ye yapışır kalır. Bu da aslında bir gerçeği bize yansıtır. Kırsal kesimde, devlet tarafından kontrol edilemeyen dini otoriteler çok güçlüdür. Öyle ki Cumhuriyet’in yaşadığı isyanların neredeyse tümünde bu dini otorite diye nitelenen kişiler hep vardır ve isyanlara bizzat öncülük etmiştir. Bu kişiler ayrıca insanlar nezdinde garip bir şekilde kutsanır ve yüceltilirler. Öyle ki bu saygınlık, onların kan bağı taşıyan yakınlara da tanınır. Yani öyle bizim Emin’e deli falan derken iki kez düşünün. Adamın babası mübarekmiş arkadaş. Gerçi bizim Emin öyle düşünmüyor ama yine de konumuza dönecek olursak, etkisi hala günümüzde de kendini gösteren bir gerçek vardır.
Devlet çalışanları, filmin de geçtiği Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde çalışmayı bir ceza olarak görmektedir. Bu yüzden sözde bu lanetli topraklara ya yolunu kaybeden ya da “SÜRGÜN” yiyen gelir.
Tarık Akan, filmdeki muazzam oyunculuğu ile bu acı gerçeği yüzümüze tokat gibi çarpar. Zira kendisi de sürgün yemiş bir memurdur. Kütüphanesi olmayan bir yere atanan bir kütüphane müdürüdür… Ancak filmdeki karakteri yine de o sahip olduğu vatan sevgisi ile bu durumu aşmaya çalışır. Ancak bu seferde başka bir acı gerçekle yüzleşmek zorunda kalacaktır. 1980 yılında yaşanan darbenin etkileri filmde de oldukça iyi bir şekilde işlenir ve sonunda bir kütüphanesi olan beldemiz bu sefer de kütüphane müdürünü darbeye kurban vermiştir.
Sonuç olarak bu film hakkında birçok şey yazabilirim ama yaptığım sadece size daha fazla spoiler vermek olur sanırım. Filmi izleyen okurlar, şimdiye kadar yazdıklarım husunda eminim biraz eğlenmiştir. İzlemeyenler ise bazı replikleri anlamadığı için sıkılabilir. Ama filmi izlediğinizde eminim sizler de Vizontele sevenler kervanına katılacaksınız ve filmi izlerken çok güleceksiniz. Zira bu ülkede Vizontele gibi filmlerin konuşulmaya ihtiyacı var. Vizontele gibi toplumsal anlamda bizlere ciddi izlenimler kazandıracak birçok değerli filmin konuşulmaya ihtiyacı var. Bizler bu filmleri konuşmalı, bunlar üzerine gündem oluşturmalıyız. Yoksa saçma sapan filmlerin yarattığı kültür travması yaşayan günümüzdeki toplumumuzdan başka karşılacağımız hiçbir şey yok! Sizlere bu filmin en sevdiğim repliklerinden birisi ile veda ediyorum. İnsan memleketini neden sever sorusuna verilen en güzel cevaplardan birisiyle. Zira ülkemizden nefret etmek için çok fazla etkenle karşılaşıyoruz ancak biz yine de bu repliği dikkate alalım istiyorum. Güzel günler dileklerimle…
“İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan… Ama biz biliriz ki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası Dünya’nın en güzel yeridir. Ama Dünya’nın en güzel yerini sevmezsen, orası Dünya’nın en güzel yeri değildir…”