Osmanlı mezarlıkları yalnızca bir mezarlık değil aynı zamanda tarihin ve sanatın buluşma noktasıdır. O dönemlerde mezarlıklar şehrin manzarası ve havası en güzel olan yerlerine yapılır, bu alanlara sonsuzluğun ve doğruluğun temsili olan servi ağaçları dikilirdi. Göğe yükselen servilerin altında saflığın ve temizliğin ifadesi olan beyaz mermerler, usta ellerde manayı ve maddeyi birleştiren birer sanat eserleri olurlardı. Salınan servilerin arasında, halkla iç içe ve halkın rahatlıkla içinden yürüyerek geçebildiği, etrafında duvarlar olmayan bu mezarlıklar “Hayatın içinde biz de varız! Hayatta ölüm de var!” diye fısıldardı. Bugün etrafında koruma duvarları olan mezarlıklara ise bu duvarlar 1950 yılından sonra eklenmeye başladı.
Prof. Dr. Mehmet Zeki Kuşoğlu’nun “Dünyanın meşhur heykeltıraşları vardır. Bunların uzun süren akademik çalışmalardan sonra ancak sanat eserleri vücuda getirdikleri bilinir. Bizim mermer ustalarımızın çoğu ise okuma yazma bilmedikleri halde sanat eserleri ortaya koymuş ve hemen hepsi, yapmış oldukları eserlerin altına imza dahi atmamışlardır. […] Nadiren yapan ustanın da adı bulunur mezar taşlarında. […] Bugün, sanatçı dediğimiz kişilerin birçoğunun işlerinin altında imzaları bulunur, ama çoğu hiç mi hiç kendi toplumunun karakterini taşımayan Batı kopyası işlerdir.” diye bahsettiği mezar taşları; yazı biçimimizin, anlayışlarımızın, üslubumuzun ve kültürümüzün tarihsel değişimini safha safha ortaya koymanın yanında Osmanlı toplumunun hayatı ve ölümü yorumlayışını da gösteren yazıtlar olmuşlardır. Bu taşlar o kadar incelikli işlenmişlerdir ki taştaki motiflere bakarak ait olduğu kişini cinsiyetini, mesleğini, hatta üzerindeki edebi yazılardan doğumları ile ölümleri arasında yaşadıkları güzel günlerin sayısını anlamak mümkündür. Taşlara kazınan bu yazılar, onları mezar taşı olmaktan çıkarmış birer sanat eseri kılmıştır. O dönemlerde bu yazıtların hemen hepsinin başına “Hüve’l Baki” (O, kalıcıdır) eklenmiştir. Hüve’l Baki’i özel kılan ise onlarca hattat tarafından binlerce farklı şekilde yazılmış olmasıdır. Öyle ki bu artık hattatlar için bir gövde gösterisine dönüşmüştür ve hat sanatının sembollerinden biri olmuştur. Mesleki hassasiyetlerini her şeyin üzerinde tutan hattatların işi o kadar zordur ki yaptıkları en ufak hata bile göze batmaktadır ve yanlış yere vurdukları tek vuruş bile mermerin patlaması için yeterlidir.
Günümüzün genç nesli olarak bizim hafızalarımızda hediyelik süs eşyasından fazlası olarak yer edinemeyen bu sanat Osmanlı döneminde oldukça değer görmekteydi. Şimdi de hat sanatının konu edildiği kitaplarda onun etkileyiciliğini anlatan çeşitli hikayelere rastlamak mümkündür:
-Helaya gider-
“Bir gün bir yabancı İstanbul gezisi sırasında sahaflar çarşısına uğrar. Orada dolaşırken bir dükkanın yan duvarında asılı duran bir levha görüp çok beğenir ve satın almak ister. Esnaf vermek istemese de lisanda anlaşamadıkları için yabancıyı kırmayıp levhayı ona verir. Levhayı alan yabancı memleketine döndüğünde onu duvarına asar. Yıllar sonra bir gün evine bir Türk misafir eder. Gelen misafir mesleği gereği Osmanlıcaya hakimdir ve duvarda asılı levhaya bakıp gülümser. Yabancı levhayı nasıl elde ettiğini, ne kadar beğendiğini heyecanla anlatır ve ekler “Ancak daha üzerinde ne yazdığını dahi bilmiyorum”. Misafir yeniden gülümser ve “Bu levhada ‘Helaya gider’ yazıyor’’ der, ev sahibi şaşkınlıkla kahkaha atar ve “Bu yazıyla da ne yazılsa güzel oluyor.” der.”
Hat sanatının en güzel örneklerini barındıran mezar taşlarının büyük bir kısmı hasar görmüş, kaybolmuş, çalınmış ya da Taksim – Gümüşsuyu hattı yapımı, Edirnekapı yol genişletme çalışması, Ankara yolu (Karacaahmet) yapımı gibi çalışmalarda feda edilmiştir. Bu çalışmalar tabii ki yaşamı kolaylaştırmak için gereklidir, fakat göstermelik olarak başka yere taşınan mezar taşlarının üst üste dizilip gördükleri hasarlar önemsenmeden “Biz kurtardık.” denerek göz boyanması da doğru değildir. Ülkemizde kültürel amaçlı bazı silkinme hareketleri yapılsa da bu hareketlerin 2013 yılında yaşanan, Karacaahmet mezarlığından çıkarıldığı tahmin edilen 18. yüzyıla ait dört mezar taşının İngiltere’de bir müzayedede satışa sunulacağının duyulması üzerine gelen tepkilerden dolayı satışa müdahale edilmesi gibi hareketlerden öteye geçmesi gerekmektedir.
Bu eserlerin günümüzdeki konumunu en güzel şekilde Neyzen Tevfik’in de hocası olan hiciv ustası Şair Eşref’in mezar taşının başına gelenler gösterir:
”Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,
Gelmesin reddeylerim billahi öz kardaşımı
Gözlerim ebna-ı ademden o rütbe yıldı kim
İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar mezar taşımı”
Bu dörtlüğün mezar taşına yazılmasını vasiyet eden Şair Eşref’in mezar taşı onu haksız çıkarmayan bir hırsız tarafından tam iki defa çalınmıştır.
Kaynak:
Mehmet Zeki Kuşoğlu – Dünkü Sanatımız Kültürümüz
Hans-Peter Laqueur – Hüve’l Baki: İstanbul’da Osmanlı Mezarlıkları ve Mezar Taşları