“Yine hapsolduğun dört duvar.
Yemyeşil ovaların hayaline mahkumsun…
Lakin ne parmaklık, ne de kelepçeler var;
Yalnız sen varsın arkadaş!
Bir hayal tutturmuşsun dilinde,
Bir maceradır ki sürekli gidiyorsun.
Ve kara kara düşünürken sandalyende,
Bir halt yiyeceğin yok!
Biliyorsun…
Ancak yine de dostum
O rüyalarındaki yeşil ve mavi için
Yaşamının, yaşamak diyebileceğin geri kalanı için
Cesaret, cesaret ve cesaret.”
Şehirler büyüdü ve kalabalıklaştı. Ama ne hikmetse biz yalnızlaştık. Evet biliyorum
her gün arkadaşlarımızlayız. Hepimiz aynı masada ve ellerimizde telefonlarımız ve
işte bizim kozmopolit küresel dünyamız. Ortalama 3-4 inç kutucukların içinde…
Küçükken mevsimlerin bir anlamı vardı ya hani. Eskiden mesela çocukken.
Papatyalara eziyet ederdik ve sayardık seslice: ”Seviyor, sevmiyor, seviyor,
sevmiyor…” Sizin papatya falınızda ne çıktı bilmiyorum ama ben bu zamanı hiç
sevemedim. Her şey o kadar kolay ve hızlı ki; bilmiyorum belki bu yüzden her şey
eskiden olduğundan daha değersiz gibi. Evet ben analog kafa bir adamım ama tüm bu olumsuzlukların sebebinin ben olduğunu da düşünmüyorum. Sizi bilmem ama ben
çocukluğumda yeşillikler içinde büyüdüm. Bir yağmur ormanı değildi ama yeni olmuş
erikleri yerken karnımız ağrırdı. Sonra “ah bahçe sahibi yaşlı amca görmesin” diye yaşadığımız o atraksiyon. Gönülleri çalarken sanırım birazda erik aşırmışızdır. Sonra çeşmelerden karnımız patlayana kadar su içmek ve biliyorum artık çeşme suları pis ve yaşasın kutsal damacanalar…
Doğadan uzak kalmak diye bir deyim var mesela. Ne saçma değil mi? Büyükşehirler
doğa değil mi sanki? Elbette bir doğa lakin pek doğa harikası sayılmaz güzelim beton
mahşerlerimiz. Şu insanların kendi yaptıkları kötülükleri iyimserleştirme çabaları…
Yani doğadan uzak falan kalmadın dostum, sadece onun içine ettin. İşte sana gerçeği söyleyeyim. Hatta daha acısı bunu sen bile yapmadın. Kazancını maksimize etmek isteyen ve düşüncesizin teki bir fabrikatör, iş adamı, müteahhit vb. adına her ne halt derseniz deyin, sanki sadece kendilerine aitmiş gibi dünyanın içine ettiler. Hala buna devam etmekteler… Yani uzak kaldığın salt doğa değil, yeşildir yeşil. Gerçi son dönemde baya künefeciler açıldı ama…
Avatar diye bir film var ve orada, insanlar ile doğa arasında elektrik süpürgesinin priz
kablosu gibi bir bağ var. Bizim de öyle fantastik olmasa bile doğa ile aramızda bir bağ
var aslında. Ben böyle düşünüyorum ve sözde prizlerimiz, yeşil olmadan- hatta
toprakta olabilir (tahta olmaz arkadaşlar)- aktive olmuyor. İşte bu yüzden güç tasarrufu modundaki moronlar gibiyiz çok afedersiniz. Niye ota, b*ka, toprağa deyince enerjik hissediyoruz sanıyorsunuz. Çünkü şarj oluyoruz. Otun yeşili, toprağın kahverengisi, güneşin sarısı, denizin mavisi…
Aklınıza ne gelirse işte yeter ki şu lanet betonun grisi olmasın! Hepsi bizim alternatif
şarj kaynaklarımız. Biz aslında doğadan uzak kaldık derken, yaşam enerjimizden
uzak kalmadık mı? “Ee yani biz yaşamıyor muyuz” derseniz, “Bu yaşamak mı?” diye
ortamda arabesk rüzgarları estiririm. Ayağınızı denk alın.
Neyse içimiz karardı bu yüzden gelin size güzel bir şeyler anlatayım.
Benim bataryada sıkıntı var galiba ve bu yüzden bol bol kendimi şarj etmek için hayatın renklerine dönük arayışlara girerim. Tabi en sevdiğim renkler yeşil ve mavidir. Niye tabi dedim bilmiyorum. İşte bu arayışlarım sonucunda bulduğum işlevsel bir çözüm: “kamp yapmaktır”. İlk kampımda Burgaz Ada’da Madam Martha Koyu’nda geçirdiğim o geceyi hiç unutmam. Biliyor musunuz bir daha hiç kamp yapmam demiştim o gece.
Yağmurluğum ve çadırım arasında kocaman bir çıyan var ve telefon ışığından
gördüğüm bu manzara sonrası tüm fermuarlar kapalı bekliyorum. Savaş arkadaşlar… Çadırımı çok bilmiş arkadaşım, “muhteşem yer” adı altında 45 derece eğimli bir yere kurmuş. Yani uyumak için muazzam yer. Tam 35 dakikalık bir uyku ve sabahın ilk ışıklarıyla birlikte canavara -şey çıyana- yakalanmamak için saniyenin onda biri bir sürede çadırı açıp o eğimli yerden kumsala doğru koşmak. Bolt, yiyorsa bu şartlarda gelsin benle yarışsın. Neyse “yorgunluktan öldüm” diyorum ama vücudum öyle demiyor. Garip bir şekilde dinç hissediyorum hatta bırakın hissi falan bildiğin çakı gibiyim. O gün olayı çözdüm yani anlayacağınız dostlar. Sonra birçok kez kampa gittim ve doğa ile baş başa kaldım. Böcek fobimi yendim hatta ve Bear Grylss manyağı yüzünden işler çirkinleşti. Neyse…
Yani kamp yapmak güzel şey… Zira kendini dinliyor, akıllı telefon denen illetten uzak
kalabiliyorsun. Bir de marshmallow’u ateşte pişirip yiyebiliyorsun. Sucuk yiyip
insanlarla rahat rahat konuşabiliyorsun. Programlanmış robotlara dikkat. Gece karanlıkta yıldızların nasıl bu kadar çok olduğuna hayret edebiliyorsun. Hatta cesaretin varsa gece karanlıkta yürüyüş yapıyorsun. Çok fazla neden var işte hangi birini sayayım diyeceğim ama saymışım maşallah baya.
İşte bizdeki bu dağlarda gezen doğa adamı yaban hali başladı bir türlü pınar. Sonra bir haber gördüm. Üstü kapalı anlatıyorum; bilmem kaç bin çadır bir yerde kamp kurmuş ve sonrası o güzelim doğayı çöp denizi yapmışlar. Yani bu pisliğe gerekçe olarak kampçılığı sunmalarına mı, yoksa doğadayken bu kadar vurdumduymaz olmalarına mı daha çok kızdım bilmiyorum. Sadece çok sinirlendim bu duruma ve işte toplu kamp yapılmasına da bu olay sonrası bir ön yargım vardı. Vardı diyorum, çünkü bir arkadaşımın yönlendirmesi ile ücretli bir kamp etkinliğine gittik. Biliyorum ücretli kampa gitmek biraz garip ama gittik işte. Dedik ki; sadece doğaya gidelim. Yeme, içme ve ekipmanı başkasına kitleriz. O aralar atalete düşmüşüz arkadaşlar. Ataletini sevdiğimin dünyasında böyle kötü zamanlar olabilir dönem dönem. Sıkmayın canınızı.
Neyse Cumartesi sabahtan çıkıp Pazar akşamı geliyoruz evimize ve fiyat olarak çok makul denebilecek bir fiyata da bu işe girdik. Hani bu ekipten bir beklentim de pek yok. Ama güzel insanlar be… Güzel enerjileri daha başlangıçta sizi bir farkındalığa götürüyor. Yani istemsiz bir saygı hali oluşuyor. Otonom… bu kelimeye hem bayılıyor hem de nefret ediyorum. Neyse, liderimiz yaptığı iş hususunda oldukça bilgili ve ne lakayt bir ilgi gösterme derdinde size ne de öyle put gibi soğuk. Optimal… bu kelimeye her halükarda bayılırım. Sonra işin en güzel kısmı ise etkinlik kontenjanı. 25-30 kişi arasında değişen bu kota, mükemmel bir kamp için üst sınırı temsil ediyor bence.
Yani bundan fazlası, olayın tüm büyüsünü bozacak arkadaşlar. Zira öyle binlerce kişi kamp olmaz. Gidip beyliğinizi ilan edin onun yerine. Yaşar Kemal romanlarındaki acıları yaşamayalım yeniden, yani gerek yok. Bu üst sınır ve altındaki kontenjanlar, kontrol edilebilecek bir düzeyde. Kendiniz ve lideriniz tarafından. Zira unutmayın amacınız ve vasfınız ne olursa olsun kimsenin doğayı kirletmeye hakkı yok.
Vurguluyorum; gerekçeniz ne olursa olsun! Yani hala ücretli ve aşırı kalabalık yapılan kamplara sıcak bakmıyorum ancak iyi bir ekip tarafından ve makul bir kontenjan ile yapılan kamplarda çok keyifli olabiliyor. Hem sizi kendi başınıza çıkacağınız kampa hazırlaması açısından oldukça faydalı olabilmekte bu tarz etkinlikler. Zira ateş yakmaktan, kamp düğümlerine, gece yürüyüşlerinden, çadır ve ekipmanlara varana kadar çeşitli eğitimler verilebilmekte. Bu vesile ile bana sayısız güzel deneyimi yaşatan Pusula Outdoor ailesine sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Bilin istiyorum ayrıca; ilk göz ağrım Madam Martha Koyu, bilinçsiz kampçıların bilinçsiz davranışları yüzünden kamp yapmak için yasaklanmış bir bölge oldu!
Son olarak sizlere söyleyeceğim sözlerim: “Doğa sizin özünüzdür dostlar. Özünüzü kirletmeyin ve ona güzel bakın.”