Dedikodular, Duyurulması ve Yapım Süreci
Queens doğumlu İtalyan Amerikalı yönetmen Martin Scorsese, Mean Streets, Taxi Driver, Raging Bull, The King of Comedy, Goodfellas, Cape Fear, Casino, Gangs of New York, The Aviator, The Departed ve The Wolf of Wall Street gibi onlarca kült olmuş başyapıt çekerken 2000’li yıllarda aklında hep bir fikir vardı.
Casino’dan sonra bir daha film çekmediği yakın dostları Robert De Niro ve Joe Pesci’yle artık çok değişmiş olan sinemaya yıllar sonra yeni bir suç epiği kazandırmak istiyordu. İlk dedikodular 2008 – 2009 yıllarında ortaya çıktığında tüm sinema dünyası ve sinemaseverler çok heyecanlanmıştı.
AL PACİNO’NUN FİLME DAHİL EDİLMESİ
Filmin adı dedikodular ilk çıktığında dahi The Irishman idi. Ancak De Niro ve Pesci’ye bir de Al Pacino eklendiğinde bu filmin mutlaka çekileceği kulaktan kulağa yayılıyordu. Ki 2007’de Al Pacino & Robert De Niro ikilisi 1995 yapımı kült film Heat’ten sonra televizyon ve reklam yönetmeni olarak tanınan Jon Avnet’in çektiği fiyasko film Righteous Kill’de rol almışlar ve film batmıştı. Yönetmen de de dahil olmak üzere herkes yerden yere vurulmuştu. Ancak The Irishman’de yönetmen koltuğunda Martin Scorsese’nin oturacak olmasının herkesi mümkün olduğunca rahatlattığı açıktı ama film bir türlü çekilemedi.
Pacino & De Niro 2000’lerin ardından 2010’lu yıllarda da onlarca vasat altı bile diyebileceğimiz kötü filmlerde yer almaya devam ettiler ancak Scorsese ne büyük bir yönetmen olduğunu o yıllarda yaptığı Hugo, The Shutter Island, The Wolf of Wall Street gibi filmlerle kanıtlamaya devam etti.
2016’ya gelindiğinde ise çok uzun zamandır beklenen haber geldi ve The Irishman’in çekimlerine 2017 sonlarında başlanacağı, dedikodulardaki kadronun da filmde eksiksiz olarak yer alacağı açıklandı. Ancak şöyle bir sorun vardı ki Scorsese’nin 2016’da vizyona giren filmi Silence gişede batmıştı ve bunun üzerine önceden The Irishman’i satın alan Paramount Pictures, filmden çekildiğini duyurdu. Bunun üzerine 2010’ların sonlarıyla internet ortamında başlatılan ve sinemanın geleceğini temsil ettiği düşünülen online film & dizi izleme şirketi Netflix, The Irishman’i 160 milyon dolara satın aldığını duyurdu. Bunun haricinde filmin çok satan listesinde uzun süre kalan, yazar Charles Brandt’ın I Heard You Painted Houses adlı romanından uyarlanacağı ilan edildi.
Roman, Amerika tarihinin en şaibeli ve tartışmalı siyasi figürlerinden olan Jimmy Hoffa’nın ortadan kayboluşunu işte parmağı olan mafya tetikçisi Frank The Irishman Sheeren’ın ağzından anlatıyordu. Ancak film 50’lerden başlayarak 2000’lere kadar geldiği için ve De Niro, Pacino, Pesci’nin de çok yaşlı oyuncular olmalarından dolayı filmde CGI gençleştirme teknolojisinin kullanılacağı açıklandığında film daha çok merak uyandırdı, bu büyük bir riskti çünkü dönemine göre genç olan gerçek insanları 80’lerine merdiven dayamış oyuncular gençleştirme teknolojisiyle oynayacaktı.
Özellikle 2017 ve 2018’de setten yapılan fotoğraf paylaşımlarıyla teknolojinin ne denli başarılı biçimde kullanıldığı ortaya çıktı.
Tüm bunların ışığında tek kötü gelişme ise filmin ülkemizde hiç vizyona girmeyeceği, yalnızca Netflix’te gösterileceğiydi. Amerika’da ve Avrupa’da dahi çok sınırlı gösterilen filmle ilgili ilk haberler Eylül’de açılış gösterimini yaptığı New York Film Festivali’nden geldi ve hepsi çok olumluydu. Ardından Amerika’daki diğer festivallerden de çok büyük övgüler alan film puanlamalarda Goodfellas’tan sonra en yüksek eleştirmen puanı olan %94’ü alarak çok büyük bir sükse yaptı ve tabi ki tüm dünyada film çok büyük merakla beklenmeye başladı. Tarihler 27 Kasım’ı gösterdiğinde ise film ülkemiz dahil olmak üzere tüm dünyada Netflix’te gösterilmeye başlandı.
Yönetmen: Martin SCORSESE
Senaryo: Steven ZAILLIAN – CHARLES BRANDT
Yapımcı: Martin SCORSESE – Robert De NIRO – Irwin WINKLER – Jane ROSENTHAL – Gaston PAVLOVICH – Randall EMMETT – Emma Tillinger KASKOFF – Gerald CHAMALES – Troy ALLEN
Kurgu: Thelma SCHOONMAKER
Müzik: Robbie ROBERTSON
Görüntü Yönetmeni: Rodrigo PRIETO
FİLMİN KONUSU
II. Dünya Savaşı’nda savaştıktan sonra doğduğu yer olan Philedelphia’ya geri dönüp kamyon sendikasına bağlı olarak şoförlük yapmakta olan İrlandalı Frank Sheeran, bir gün tesadüfen bölgenin güçlü mafya babası Russell Bufalino ile tanıştığında hayatı tamamen değişecek ve o dönemin en tanınan sendika lideri olan Jimmy Hoffa ile de yakın arkadaşlık kuracaktır.
THE IRISHMAN: ANALİZ
Öncelikle yönetmenliğe parmak basmak istiyorum. Martin Scorsese bu filmle kesinlikle yaşayan en büyük yönetmen olduğunu kanıtlıyor. Goodfellas ve Casino gibi filmlerde gangsterlerin adeta mutfağına girip, yeraltı dünyasında nasıl yükselindiğini, cinayetlerin nasıl işlendiğini, nasıl emir alınıp verildiğini, mafya üyelerinin aile hayatlarını ve şiddet dolu iş hayatlarını mükemmel bir yönetmenlikle işlemiş olan Scorsese bu filmde oldukça farklı bir anlatım dili benimsiyor.
Yukarıda bahsettiğim filmlerde bu noktaları tek tek seyirciye uzunca anlatarak işleyen Scorsese, The Irishman’de ise mafya üyeleriyle tanışıp, el ayak işlerine koşma ve ilk cinayet gibi kısımlara çok fazla kafa yormadan daha çok cesurca bir Amerikan siyaset tarihine dair can alıcı bilgiler eşliğinde yine her filminde olduğu gibi fonda eksik olmayan kusursuz jazz şarkılarıyla beraber Sheeran’ın dilinden anlatıyor.
Kurguda ise ilk uzun metrajı olan 1967 yapımı Who’s That Knocking At My Door’dan beri beraber çalıştığı Thelma Schoonmaker, The Irıshman’de de harikalar yaratıyor ve nasıl büyük bir kurgucu olduğunu dağlara taşlara yazıyor.
Özellikle tarihsel ilerlemelerdeki ustalığı çok çarpıcı. Ki bunu Raging Bull, Goodfellas ve Casino gibi yine gerçek hayat hikayelerindeki tarihsel geçişlerdeki ustalığından da hatırlayabiliriz.
Senaryo ise romanın yazarı Charles Brandt dışında Scorsese ile Gangs of New York’da beraber çalışmış olan, 1993’te de Schindler List ile en iyi uyarlama senaryo oscarı kazanmış olan Steven Zaillian’a emanet.
Netflix’e filmden hemen sonra eklenmiş olan The Irishman Conversation adlı 20 dakikalık belgeselde Scorsese, Zaillian’la birlikte nasıl Brandt’ın peşinden koştuklarını, mümkün olduğunca romanı eksiksiz şekilde aktarmak için çalıştıklarını ve ondan her şeyi öğrenme çabalarını anlatıyor. Romana olan sadıklıktan şüphe yok ki filmin üç buçuk saatlik süresine rağmen müthiş bir zevkle izlenebilmesinin en büyük sebeplerinden biri de senaryosu.
GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ BÜYÜK BİR İŞ ÇIKARIYOR
Görüntü yönetmenliğine gelecek olursak Brokeback Mountain ve Silence ile iki kez en iyi görüntü yönetmeni dalında oscar adaylığı bulunan, Scorsese ile de Silence ve The Irishman dışında 2013 yapımı The Wolf of Wall Street’te beraber çalışan Meksikalı görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto çok büyük iş çıkarıyor.
The Godfather ve Taxi Driver gibi başyapıtlara yapılan göndermelerdeki ince işçiliği, cinayet sahnelerindeki kusursuz tek plan kamera kullanımı, parti sahnelerindeki başarılı çekimler, sinemada çokça tercih edilmeyen ancak Scorsese’nin en sevdiği açılardan olan tanrısal bakış açısını ustalıkla kullanımı, steady-cam’ler gibi öğelerdeki becerisiyle Prieto, bu film için biçilmiş kaftan olduğunu kanıtlıyor.
Oyunculuklara geldiğimizde ise, gördüğümüz üzere karşımızda büyük ihtimalle bir daha bir araya gelmeyecek tanrı oyuncular mevcut. Robert De Niro, Al Pacion, Joe Pesci çok az gözükse de Harvey Kietel. Bu oyunculara yardımcı rollerde Snatch ve This Is England ile tanınan İngiliz oyuncu Stephem Graham, The Piano ve X-MEN serisiyle tanıdığımız Anna Paquin, Ray Romano, Boardwalk Empire dizisiyle büyük sükse yapan Bobby Cannavale yer alıyor.
FİLMİN BAŞLANGICI
Şunu belirtmeliyiz ki, filmin ana karakteri De Niro’nun canlandırdığı Frank Sheeran. Sheeran’ın kalmakta olduğu yaşlılar bakım evinden anlatmaya başlamasıyla filme giriyoruz ve olaylar gelişiyor ama en tepede hep Sheeran var ki roman da zaten Sheeran’ın yazar Brandt’tla yaptığı söyleşilerden oluşuyor.
Sheeran’ın ardından Al Pacino’nun Jimmy Hoffa’sı ve Joe Pesci’nin Russell Bufalino’su ağa takılıyor.
Pesci bu filmden önce son olarak 9 yıl önce 2010’da Love Ranch adlı vasat bir filmde yer almış ve oyunculuktan emekli olmuştu. The Irishman’e yakın dostları Scorsese ve De Niro sayesinde dahil olmuş olan Pesci, Russell Bufalino olarak adeta döktürüyor.
PESCI’NİN FİLMDEKİ KARAKTER YAPISI
Scorsese’nin önceki suç epikleri olan Goodfellas ve Casino’da Pesci hep şiddeti kullanan, fevri ve katil karakterlere hayat verirken burada yeri geldiğinde uzlaşmacı, ancak elbette ölüm emri de veren zeki mafya babası karakterini büyük başarıyla canlandırıyor.
De Niro ve Pacino’dan daha az gözükse de gözüktüğü sahnelerde sazı eline alıyor ve çalmaya başlıyor. Burada şunu belirtmeliyim ki, Martin Scorsese’nin bu filmle ilgili verdiği en cesur kararlardan biri De Niro ile Pesci’yi Goodfellas ve Casino’daki rollerini birbirleriyle değiştirtmesi. De Niro da özellikle Goodfellas’ta şiddet yanlısı ve hiç acımadan cinayet işleyen fevri bir mafya üyesini canlandırıyordu. Ama orada Joe Pesci ve Ray Liotta’nın karakterlerinin patronuydu De Niro. Burada ise Sheeran olarak Pesci’nin Bufalino’sunun emri altında cinayet işliyor.
FİLMİN EN AKILDA KALICI PERFORMANSI: AL PACİNO
Şimdi gelelim filmde en akılda kalıcı performansı canlandıran Al Pacino’ya. Pacino bu filmde Scorsese ile ilk defa çalışıyor, Pesci’yle de ilk kez rol arkadaşlığı yapıyor. Ancak filmi izlerken sanki önceden de birçok filmde birlikte rol almışlar gibi düşünüyorsunuz. Al Pacino filmde öyle bir Jimmy Hoffa portresi çiziyor ki hayran kalmamak elde değil. Heat ve Devil’s Advocate filmlerinde canlandırdığı nevrotik, ani öfke patlamaları yaşayan karakterlerden yardım alarak hayat verdiği Hoffa’yı adeta yaşayarak oynamış büyük usta. Adeta göründüğü her sahnede piyanonun başına oturuyor ve bir resital sunuyor Pacino.
Not: Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
“Jimmy Hoffa’yı şimdiki gençler hiç tanımaz ancak eskiden çok tanınıyordu. 1950’lerde Elvis kadar ünlüydü, 60’larda ise Beatles gibiydi. Amerikan Başkanından sonra ülkenin en tanınan kişisiydi”. FRANK SHEERAN
FİLM NASIL BAŞLIYOR?
Filmimiz Sheeran’ın ölmeden önce FBI ajanlarına tüm geçmişini anlatmasıyla başlıyor. Sonrasında ise 80’li yılların sonlarına gidiyoruz.
Frank Sheeran, Russell Bufalino ve eşleri Bufalino’nun kızının düğününe gitmek üzere yola çıkıyorlar. Yolda mola veriyorlar ve Sheeran 50’lerde Russell ile tanıştığı benzinliğe rastlıyor, Bufalino da orayı hatırlıyor ve tanışmalarına gidiyoruz. Frank Sheeran kamyoncular sendikasına bağlı bir kamyoncu olarak aracını kullanıyor, kamyondaki bir sorun nedeniyle benzinlikte duruyor ve aracı Bufalino kendisi tamir ediyor, böylece tanışıyorlar. Sheeran sonradan anlıyor ki kullanmakta olduğu otoyol Russell Bufalino’nun başında olduğu Bufalino suç ailesinin kontrolünde.
İLİŞKİ AĞLARI
Aile, Kuzeydoğu Pensilvanya’nın tamamına hükmeden çok güçlü bir organizasyon. Aynı zamanda zamanın ünlü şahsiyetlerinden kamyoncular sendikası başkan adayı Jimmy Hoffa’dan da yardım alıyorlar. Hoffa’nın sonradan başkan seçilmesine de yardım edecek oldukları için Hoffa da onlara diğer yasadışı işlerinde destek veriyor. Bu sayede Sheeran ufak tefek ayak işlerine başlıyor ve sonra ailenin ağır toplarından Angelo Bruno ile de tanışıyor. Bruno’ya karşı yaptığı bir yanlıştan sonra öldürülmekten Bufalino sayesinde kurtuluyor ve ömür boyu ona çalışacağına dair söz veriyor. Bu hataya sebebiyet veren iş verenini de öldürerek ilk cinayetini işliyor Sheeran. Ailesine de rahat bakmaya başlıyor. Ancak kızı Peggy ile hep bir yaşanmamışlık var.
Bufalino’nun ailesiyle aile dostu da oluyorlar ancak Peggy Russell’dan da ömrü boyunca uzak duruyor. Hoffa’nın başkan seçilmesinin ardından 60’lara geliyoruz.
BAŞKANIN DESTEKLENME SEBEBİ
John F. Kennedy’nin kardeşi savcı Robert Kennedy, Hoffa’nın yaptıklarının farkında olmasıyla sürekli ona dava açmak için uğraşıyor. Ancak Bufalino ailesi de John Kennedy’nin başkan seçilmesi için zamanında çok uğraşmış bir aile ve bu yüzden onlara sırtlarını dönmek konusunda istekli değiller. Bunun en önemli sebeplerinden birinin de 1961 yılında Küba Devrimi’nden 2 yıl sonra Bufalino’nun Sheeran’ın kamyonları yoluyla ulaştırılan Castro karşıtlarına gönderilen silahların olması.
Filmde mafyanın devlete Domuzlar Körfezi Çıkarması’nda resmen silah sattığını ve çıkarma boyunca nasıl Kennedy’nin yanında olduklarını açık bir şekilde izleyiciye aktarıyor. Bunu aktarmak için de arada sırada Russell Bufalino’nın ‘Küba’da elimizden alınan kumarhanelere ve genelevlere geri dönmeliyiz’. şeklindeki replikleri kullanıyor film.
Çünkü bilindiği üzere Castro’nun devriminden önce Vegas mafyasının lideri Meyer Lansky, Luciano’yla işbirliği yaparak çok uluslu bazı Amerikan şirketlerini de arkasına almıştı.
Lansky ile faşist diktatör Batista arasındaki sıkı dostluk 50’lerde Amerika’ya bağlı kumarhanelerin ve genelevlerin başkent Havana başta olmak üzere çoğu Küba kentinde açılmasına sebep olmuştu ancak devrimle birlikte hepsi kapatılmış, uluslararası şirketler kapatılıp millileştirilmiş, kamulaştırılarak halka iade edilmişti. Bu gelişmeler o dönemde Amerikan mafyalarına çok ciddi maddi manevi zarar ettirmişti.
Bunun dışında Jimmy Hoffa’nın Kennedy nefretine de oldukça vurgu yapılıyor ve 1963’te Başkan John Kennedy’nin öldürülüşü televizyonlarda verilirken Hoffa’nın sakinliği ve gizli sevinci, çıkarmanın başarısızlığından sonra artık mafyanın da Kennedy’lere olan güveninin bitişinin Hoffa’yla aralarını düzeltme fırsatı olduğunu ortaya koyuyor ve bir nevi Hoffa’nın gönlü olması için Kennedy’nin öldürüldüğü iddia ediliyor. Hoffa’nın Kennedy nefretinin en iyi verildiği sahne ise tebessümle izlenebilecek bir sahne aslında. Kennedy öldürüldükten sonra Hoffa sendika binasının üzerindeki yarıya indirilmiş Amerikan bayrağını göndere çekmesi.
Bilindiği üzere Kennedy’yi öldüren Lee Harvey Oswald, cinayetten sonra Genovese Suç Ailesi’nin işlettiği bir gece kulübü işletmecisi olan ve o aileye bağlı Jack Ruby tarafından öldürülmüştü.
Ruby Polonya Yahudisiydi ve babaların babası olarak bilinen Yahudi mafya babası Charles ‘Luck’ Luciano’nun himayesindeydi. Yani CIA ve Mafya’nın Kennedy cinayetinde parmağının olduğu Amerika’da ve dünyada hep bir şehir efsanesi olarak kaldı ancak bu filmde daha sonra anlatacağım sahnelerde de öğreneceğimiz üzere tamamen iki örgütün bu işte beraber çalıştığı itiraf ediliyor.
Öte yandan Frank Sheeran Hoffa’nın sendika liderliği kampanyası boyunca Bufalino tarafından onun yanına yancı olarak gönderiliyor ve böylece Hoffa & Sheeran dostluğunun da tohumları ekiliyor. Öte yandan kardeş Kennedy Robert, sonunda Hoffa’ya karşı bir koz elde ediyor.
Sağcı Cumhuriyeçtilerin adayı Richard Nixon’a 500.000 doların Hoffa tarafından verildiğini ispatlayan Hoffa 7 yıl hapis cezası alıyor. Ancak başkan seçilen Lydon B. Johnson tarafından affedilen Hoffa 4 yıl sonra tahliye oluyor. Ancak Hoffa’nın belki de hayatına mal olacak olan bir hatası oluyor. O da hapisten çıktıktan sonra gazetecilere mafyanın sendikalara bulaşmasıyla ilgili yaptığı aleyhte açıklamalar.
70’Lİ YILLARIN ANLATILDIĞI SAHNELER
Ardından 70’li yıllara geliyoruz. Hoffa’nın Nixon’a verdiği büyük destek herkes tarafından biliniyor. Nixon seçildikten sonra da bu destek devam ediyor. Ancak 1972’de patlak veren Watergate Skandalı bir anda her şeyi ters düz ediyor.
Nixon’un 1974’te istifasıyla Hoffa yalnızlaşmaya başlıyor. Yanında sadece Frank Sheeran kalıyor. Bufalino ve mafya artık eskisi gibi kendisinin arkasını kollamıyor. Jersey mafyası lideri Anthony Provenzano ile kanlı bıçaklı oluşu mafya ile arasındaki ilişkilerde tıkanmaya sebep oluyor. Ve sonunda tüm bunlar Anthony Fat Salerno’nun da dikkatini çekiyor ve Russell’a ulaşarak Hoffa’nın bir daha böyle açıklamalar yapmaması konusunda uyarılmasını ve Provenzano ile barışmasını istiyor. Ancak Hoffa’nın hapisteyken sendika başkanlığından alınmış olması sebebiyle Hoffa da mafyayla eski muhabbetini kaybediyor ve yeniden seçim çalışmalarına başlıyor. Bu açıklamaları yapmaya da ve Provenzano’yla barışmamaya da devam ediyor.
JİMMY HOFFA ORTADAN KAYBOLUYOR
1975’e, yani Jimmy Hoffa’nın ortadan kayboluşuna ve filmin açıldığı sahneye geliyoruz. Tüm bu anlaşmazlıkların en çok ayyuka çıktığı zaman ise Frank Sheeran’a yapılan bir ödül gecesi oluyor. Bu gecede önceden Sheeran tarafından uyarılan Jimmy Hoffa, Don Salerno’ya sürekli sinirli bakışlar atıyor, aynı yerde Bufalino ve Sheeran tarafından yeniden ikaz edilmesine karşın bu davranışlarına devam ediyor. Ancak burada mutlaka değinilmesi gereken bir an var. Bufalino Sheeran ile sohbet ediyor ve Hoffa’nın ona bir şey yapamayacaklarına inandığını Sheeran Bufalino’ya aktarıyor. Bufalino da tam olarak şöyle diyor:
“Kendi başkanlarını indirenler sendika liderini mi indiremeyecek?”
Burada resmen Scorsese Kennedy’nin Amerikan mafyası tarafından öldürüldüğünü itiraf ediyor. Ve bu daha önce hiçbir Amerikan filminde bu denli açık şekilde ima edilen bir konu değil. Film bu sayede çok ayrı bir yere sahip ve kendi genre’sindeki filmlerden ayrılıyor.
Bu ödül gecesinin sonunda artık Russell Bufalino’da Hoffa’ya yardım edilemeyeceğini, artık sonunun gelmiş olduğunu anlıyor ve onu Sheeran aracılığıyla bir barışma toplantısı için Philedelphia’da bir eve davet ediyor. Açılış sahnesinde hatırladığımız gibi Sheeran, Bufalino ve eşleri Bufalino’nun büyük kızlarının düğününe gidiyordu. Bir otele yerleşiyorlar ancak düğün yerine gitmeden 1 gün önce Sheeran Bufalino tarafından özel uçakla Bloomfield/Michigan’a Hoffa’yı öldürmesi için gönderiliyor. Hoffa ise öldürüleceğini hiçbir zaman düşünmüyor ve bu buluşmadan bir gün önce Sheeran ile yaptıkları telefon konuşmasında da artık yumuşadığını hatta Provenzano’yla bile barışabileceğini söylüyor.
GOODFELLAS’A GÖNDERME
Ölüm sahnesinde de bir başka Scorsese başyapıtı Goodfellas’a gönderme yapılmış.
Hoffa toplantının yapılacağı eve geliyor kapı açılıyor ancak evde kimse yok. Tam bu anda Sheeran kafasına 2 el ateş ediyor ve Hoffa’yı öldürüyor. Goodfellas’ta da Joe Pesci’nin canlandırdığı Tommy DeVito, patron ilan edileceği daireye giriyor ancak dairenin boş olduğunu görür görmez kafasına ateş edilerek öldürülüyordu.
Sheeran Hoffa’yı öldürdükten sonra hemen uçağın indiği yere dönüyor ve Bufalino’nun yanına dönerek kızının düğününe katılıyorlar. Bu arada burada değinmem gereken çok önemli bir nokta daha var. Yönetmen Martin Scorsese artık tüm iplerin koptuğu ödül gecesi sahnesinden sonra filmin arka fonunda durmadan çalan müziği kesmeye başlıyor ve Hoffa’nın öldürüldüğü günün başından ölümüne kadar hiç müzik kullanmıyor. Bu da sahneye müthiş bir gerilim katıyor. Bundan çok yıllar önce de usta Japon yönetmen Yasujiro Ozu, Tokyo Story filminde evin yaşlı ve sevilen büyükannesi öldüğünde bir şehirdeki elektriği kesmiş, yollardaki arabalar bir süreliğine hiç hareket etmemişti. Onun orada ölüm için kullandığı bu metafor Scorsese’nin de hoşuna gitmiş olacak ki bu filmde de elektrik ve her şeyin hareketsiz tutmak olarak olmasa da müziği tamamen keserek Ozu’ya selam çakıyor.
Buradan sonra mahkeme süreçlerine geliyoruz ve Frank Sheeran’ın anlatıcı dış sesi yeniden filme giriyor. Hoffa olayıyla ilgili mafyada kimsenin yargılanmadığını açıklıyor. Herkesin Omerta’ya uyduğunu söylüyor ve sonra da filmdeki yan karakter olan mafya üyelerinden kendisi ve Bufalino’ya kadar olan kişilerin tek tek yargılanma ve tutuklanma süreçlerine değiniyor. Buralarla beraber 90’lara geliyoruz ve 1994’te artık Bufalino felç olmuş şekilde cezaevinden kiliseye getiriliyor. Bu sahnede kamera Sheeran’dan çıkarak Bufalino’nun destek alarak tekerlekli sandalyede ambulansa götürülüşünü veriyor, Sheeran’da ‘O gün kiliseye gitmek istedi, kiliseye gitti, ordan acile gitti ve oradan da mezara’. diyerek Bufalino’nun öldüğünü ilan ediyor.
2000’Lİ YILLAR: FRANK SHEERAN BAKIM EVİNDE…
Sonra ise 2000’lere geliyoruz ve artık Frank Sheeran bakım evinde yaşıyor. Ailesinden kimse tarafından kendisine bakılmıyor, feci şekilde yalnızlaşmış bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Karşısına gelen FBI ajanları ona artık Hoffa gerçeğini anlatmasını söylüyorlar ancak Sheeran gene susuyor. Ajanlar da ona artık ne Bufalino’nun ne Don Salerno’nun, ne Provenzano’nun ne de Angelo Bruno’nun hayatta olduğunu, artık koruması gereken tüm insanların da öldüğünü söylüyorlar. Burada da bir The Godfather göndermesi var. Sheeran da aynı Michael Corleone gibi sadece ailesi için bu işleri yapıyor ancak hayatının sonunu müthiş bir yalnızlıkla geçiriyor. Kızı Peggy de bir nevi Godfather’ın Kay Adams’ını temsil ediyor. Peggy sadece Hoffa’yla iyi anlaşan ve tanıştıkları andan itibaren onu gerçekten seven bir karakterdi. Ancak televizyonda Hoffa’nın kaybolduğunu öğrendiğinde babası Sheeran’a neden diye soruyor ve Sheeran’ın dış sesten anlattığına göre o günden sonra Peggy başta olmak üzere ailesiyle tamamen kopuyor.
Godfather’da da Kay bir noktadan sonra Michael’dan tamamen kopuyordu. Peggy’nin film boyunca babası Frank Sheeran’a karşı olan söz söylemeden attığı ifadesiz ve soğuk bakışlar özellikle The Godfather Part II boyunca Kay Adams’ın Michael’a olan bakışlarının bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Sonunda Sheeran da tamamen yalnız olarak 2003 yılında hayatını kaybediyor ve tüm sırlarını da yanında götürüyor.
Sonuç olarak yönetmen Martin Scorsese’nin The Irishman’i yönetmenin The Goodfellas’la açıp Casino’yla devam ettirdiği, 2002’de Gangs of New York’la tüm Amerikan suç tarihinin 19.yüzyıldaki durumunu anlatmasından sonra bu kez 20.yüzyılda bir Amerikan karanlık tarihi panaroması örneği olarak görülüyor.
Hakkında söyleyebileceğimiz anlamlı şeylerden biri de bu filmin Scorsese’nin Once Upon A Time In America’sı olduğudur. Süresinden yola çıkarak, anlattığı 40 – 50 yıllık Amerikan siyaset tarihinin önemli olaylarıyla bu anlamlı benzetmeyi de sonunda kadar hakediyor The Irishman.
Ve biz de bu muhteşem Scorsese şaheserini sinemada olmasa bile izleyebildiğimiz için kendimizi şanslı saymalı ve büyük ustaya şapkamızı çıkartmalıyız. Grazzie Scorsese, grazzie De Niro, Pacino, Pesci, Kietel.