Titanic’in İrlanda’nın Belfast kentinde inşa edildiği günler, dünyanın her gün yeni bir icatla uyandığı Makine Çağı’ydı. İtalyan fütüristleri, 1909’da “makinenin saltanatını” bir manifestoyla ilan etmişti. Bilim kurgu yazarı H. G. Wells 1901’de “makinacılığın inanılmaz gelişiminin yeni yüzyılın en önemli özelliği” olduğunu belirtiyordu.
Almanya’da Technizsimus, yani “teknikçilik” akımı parlak günlerini yaşıyordu. Alman sanayisinin 1886-1900 arasında aldığı patentlerin sayısı İngilizlerinkini geçti. İngiliz gazeteleri, korku içinde Alman ordusuna “süvari uçakları” ve “topçu gemileri” ekleneceğinden söz ediliyordu. Büyük Britanya ile Almanya arasındaki rekabet, savaşa giden yolu döşemeye başlamıştı.
Kendisine ve makinelerine çok güvenen bu uygarlığın, bir de büyüklük kompleksi vardı. Titanic, “en büyüğü”nü yapmak için yarışma halindeki bir endüstrinin ürünüydü. 270 metre uzunluğunda ve 28 metre enindeydi. 52 bin tondu, 10 güvertesi vardı, 11 katlı bir bina yüksekliğindeydi, hızı saatte 25 mile(40 kilometreye) kadar çıkabiliyordu. 159 fırınında günde 600 ton kömür yakılarak 30 bin beygir gücü elde ediliyordu. Kısaca, dünyadaki en büyük gemiydi. İki saat içinde denizin dibini boylamasına rağmen, batarken bile bütün ışıklarının yanması, elektrik tesisatındaki mükemmelliği kanıtlar.
“Makine Dini”nin muhalifleri de vardı. İnsanoğlu bu kadar güçlü bir makine yaparak Tanrı’ya meydan okumuştu. Geminin adı bile yeterdi. Bir Titan olan Promethus, Tanro Zeus’a başkaldırarak insanlığa ateşi hediye etmiş ama bunun bedelini çok ağır ödemişti. Fütürizmle ilgilenen yazarlar Makine Çağı’nın tehlikelerine de işaret ediyordu. Örneğin, H. G. Wells, dünyanın makinelerce ele geçirilişini anlattığı Dünyalar Savaşı adlı romanı 1898’de yayınlamıştı.
Büyüklük kadar hız da dönemin kültürel değerlerindendi. Faciadan sonra Titanic’in buzdağıyla çarpışmasında geminin yaptığı aşırı hızın rol oynandığı söylendi. Londra’daki soruşturmada verilen ifadeler, İngilizler için geleneksel onur meselesi, denizcilikte, hızın nasıl bir değer olduğunu gösteriyor. Kazada gemi sahipleri ve subaylarının sorumluluğunu kanıtlamaya çalışan Ulusal Denizciler ve İtfaiyeciler Sendikası’nın avukatı, “aşırı hızlı gitmeseydiniz buzdağıyla çarpışmaktan kurtulamaz mıydınız?” diye sorunca, gemi subaylarından Lightoller şu cevabı vermişti: “Atlas Okyanusu’nda bir kere bile hız azaltıldığını görmedim. Eğer buna aculluk diyorsanız, okyanusu geçen her gemi kaptanına acul diyebilirsiniz”
Hız önemli bir faktördü ancak buna bir de şirketler ve ülkeler arası rekabet eklenmişti. Üç büyük gemicilik şirketi, İngiliz-Amerikan Cunard, Alman Hamburg-Amerika ve 1902’de bir Amerikan şirketinin elinde geçen İngiliz White Star arasında çok büyük bir yarış vardı. Okyanusu en hızlı geçen gemiye Mavi Kurdele adlı bir ödül verilmekteydi. 1907’de Cunard’ın gemisi Lusitania, Mavi Kurdele’yi Hamburg-Amerika’nın Deutschland adlı gemisinin elinden alınca İngiliz ve Almanların kapıldığı duyguları tahmin etmek zor değil.
Titanic, yolcuları için yarattığı lüksle daha inşa halindeyken meşhur olmuştu. Amerikan plütokrasisinin, milyon dolarları sayesinde Avrupa aristokrasisini geride bıraktığı bir dönemdi ama yeni kıta, hâla eskisinin kültür birikiminin ve yaşam biçiminin gölgesindeydi. Titanic, her salonu aynı tarzda döşenmiş, eklektik bir Avrupa sarayını andırıyordu. Buna bir de Amerikan konforunu ekleyince ortaya bir mucize çıkmıştı.
Titanic’te yaratılan üç dünya, birinci, ikinci ve üçüncü sınıflar olarak toplumsal düzenin izdüşümüydü. Birinci sınıfta beylerin puro ve porto içmesi için ayrılmış puro odası, kadınlara yönelik okuma odası, 500 kişilik muhteşem yemek salonu, fuaye alanına inen devasa merdiveni, resepsiyon salonu, Verandah ve Paris adlı iki kafesi, jimnastik salonu, kuaförü, Türk hamamı, squash salonuyla, 20’inci yüzyıl başında bir milyonerin lüks bir otelde yararlandığı her türlü imkan vardı. Lady Duff Gordon, Nisan ayında Titanic’te çilek servisi yapılmasına çok şaşırmış ve geminin Ritz otellerinden bir farkı olmadığını söylemişti.
Titanic, yola çıktığında en ucuz biletin 30 dolara(günümüzde bu rakam tahminen 2000 dolar) üç kişilik Cardeza ailesinin kaldığı süitin ise 512 dolara(bugün 32000 dolar) satıldığı birinci sınıf bölümü yüzde 46 oranında doluydu. 337 birinci sınıf yolcunun net varlığı, bugünün parasıyla 12 milyar doları buluyordu. Titanic, ABD’ye perişan ve aç İtalyan, İrlandalı, Kuzey Avrupa’lı göçmenleri taşıyan gemilerden değildi. Ama yine de üçüncü sınıfta yoksul yolcular vardı. Gemi battığında, bunların cankurtaran sandallarına bindirilmesinde geç kalındığı iddiası ortaya atıldı. Daha doğrusu, günümüzde en çok üzerinde durulan ve büyük oranda doğru olan iddia budur. Oysa Titanic battığında vurgu birinci sınıfın gösterdiği cesaret ve fedakarlık üzerine yoğunlaşmıştı. Üçüncü sınıftaki kadın ve çocukların yüzde 42’si kurtulurken, birinci sınıftaki erkeklerin yüzde 32’sinin kurtulmasını örnek veren gazeteler, yozlaştıkları için eleştirilen “Anglosakson centilmenlerinin” nihayet şövalyeliklerini gösterdiğini iddia ediyorlardı. Gerçek şu ki, gemideki en zengin üç erkek ölmüştü. Bunlardan John Jacob Astor, önce hamile olan eşiyle birlikte sandala binip binemeyeceğini sormuş, hayır cevabını alınca karısına veda etmişti. Benjamin Guggenheim, böyle bir soru sormaya gerek duymadan sevgilisini ve onun hizmetçisini sandala bindirmiş, kendi uşağıyla birlikte ölümü beklemek üzere smokinini giyip purosunu yakmıştı. İsidor Straus ise kırk yıllık karısıyla güvertedeki şezlonglara yerleşmiş, karı-koca elele tutuşarak birlikte ölmeyi yeğlemişlerdi.
Titanic’te kahramanlık, ölümü kabullenmek anlamına geliyordu. Geminin sahibi White Star şirketinin kurucu başkanı Bruce Ismay’in adı, kurtuluduğu için ödleğe çıkarılırken, geminin mimarı Thomas Andrews ölmeyi tercih ederek kahraman mertebesine yükseldi. Basın, modern şövalye yaratma işini o kadar ileri götürdü ki romancı Joseph Conrad isyan ederek “delik çaresiz büyük bir tankta boğulmakla gösterilen kahramanlık, bakkaldan aldığınız bozuk konserve yüzünden zehirlenerek ölmekle göstereceğiniz kahramanlıktan fazla değildir.” diye yazdı.
Elbette rakamları başka türlü konuşturmak da mümkündü. Sonuçta birinci sınıf yolcularının yüzde 60’ı ikinci sınıfın yüzde 42’si, üçüncü sınıfın yüzde 25’i kurtulabilmişti. ABD ve İngilltere’de sendikalar ve sol kesim seslerini yükseltmekte gecikmedi. Örneğin ABD’de yayınlanan sol kanat The Masses dergisine göre, Titanic lüks deliliğiyle başı dönmüş sömürücü kapitalist devletin bir modeliydi. Liman İşçileri sendikacı Ben Tillet, üçüncü sınıf yolcuları kurtarmakla tereddüt eden “çirkin sınıf düşmanlığı”ndan söz ediyordu.
Titanic’in batışı dolayısıyla ortaya dökülen ulus ve ırk önyargılarını okumak ise daha ilginçtir. Bütün milletler karşı karşıya geldi. ABD yetkilileri, sorgulamak için İngiliz mürettabatını alıkoyduğunda, okyanusun öte yakasındaki, kendini dünyanın bir numaralı gücü sayan eski deniz imparatorluğu dehşete kapıldı. “İngiliz vatandaşlarını dünyadaki hangi kral, hangi senatör, hangi mahkeme sorgulayabilir?” Amerikalılar ise İngilizlerle birlikte İtalyanları küçümsedi. Gemi subaylarından Harold Lowe’un ABD senatosunun kurduğu soruşturma komitesine verdiği ifade, İtalyan yolcular hakkındaki önyargıların zirve noktasıydı. Harold Lowe, 14’üncü tahlisiye sandalının sorumlusu olarak yolcuları bindirirken tabancasını neden çektiğini şöyle anlattı: “Açık güvertelerden bir yığın İtalyan, Latin adamın koşarak geldiğini gördüm, saldırmaya hazır vahşi hayvanlara benziyorlardı. O yüzden durun, yoksa ateş ederim, diye bağırdım.” İtalyan elçisinin 9 Mayıs’taki protestosu üzerine, komite başkanı Senatör Smith, Lowe’un ifadesindeki bu bölümün çıkartılacağını açıkladı. Titanic’in battığı yıl yayımlanan “Yabancı Amerika” başlıklı bir haritada her eyalette yerleşik “yabancıların” gösterdiğini, nüfusun çoğunluğunun ülke dışında doğmuş göçmenlerden oluştuğunu, İtalyanların başı çektiğinin ve bunun beyaz, Anglosakson, Protestan Amerikalılar tarafından bir tehdit olarak algılandığını eklersek bu önyargının nedeni anlaşılabilir.
Elbette İtalyanlar için söylenenler, gemimizdeki zavallı Çinliler hakkında söylenenlerin yanında solda sıfır kalıyordu. Onlar zaten “sarı tehlike”nin cisimleşmiş haliydi. Fransızlar bile önyargılarından nasiplerini aldılar. Biri kadın elbisesi giymiş, üç Fransızın tahlisiye sandalına korku içinde atlayışı, sandaldaki birinci sınıf kadınlar için, ikinci sınıf bir halkın özelliğiydi. İkinci sınıfın Japon yolcusu Masabumi Hanoso’nın durumu ise gerçekten acıklıydı. Kendini kurtarması Anglosaksonlar için normaldi; sarı ırktan olduğuna göre korkağın tekiydi. Oysa Japon kültürü Msabumi’ye Japonya’dan protesto mektupları yağdı ve Ulaştırma Bakanlığı da görevinden istifa etmek zorunda kaldı.
1912 yılının eksiksiz küçük bir dünyası olan Titanic’in zamanın başka bir tartışmasına da katılmaması imkansızdı. O yıl, oy hakkı isteyen feministlerin ABD ve İngiltere’de mücadele bayrağını yükselttiği bir yıldı. Titanic battığında “önce kadınlar ve çocuklar” kuralından o kadar söz edildi ki, feministler arasında bir tartışma başladı. İngiltere’de kadınlara oy hakkına karşı çıkan kadın dergisi Girl’s Owen Paper, alaycı bir tonla “gemi batarken eşitlik iddiası ne oldu?” diye sordu. Ama kadınların bu alanda eşitlikten yana olmaları gerektiğini söyleyen feministler vardı. New York Times’da yayımlanan bir yazıda, Philadelphia’lı kadınlara oy verilmesi yanlısı Linda Stoke-Adams, tahlisiye sandallarında kadın ve erkeklere eşit yer ayrılması gerektiğinden söz ediyordu. Basının Titanic’i bir romantik sansasyon haline getirmesine karşın en büyük protestosu, George Bernard Shaw’dan yükseldi. 14 Mayıs 1912’de Daily Mail’de, “Titanic: Sözü Edilmeyen Bazı Ahlaki Sorunlar” başlığıyla bir makale yayımladı. “Bir gemi kazasında romantizmin ilk şartı nedir? Önce kadınlar ve çocuklar çığlığı. Titanic kadar büyük bir yalan: Sandallardan birinde, kadından çok erkek vardı. İkinci romantik şart: Kaptan soğukkanlı bir süper kahraman olarak ölmelidir. Titanic kadar büyük bir yalan daha: Kaptan Smith, bir buz dağına doğru tam gaz yol alarak kötü bir denizci olduğunu gösterdi.(…) Böyle insanlık dışı, açıkça yalan söylemenin anlamı nedir?”
Sherlock Holmes’un yaratıcısı Arthur Conan Doyle küplere bindi. Bir cevap yazarak, Shaw’un her argümanını çürütmeye çalıştı. İki yazarın karşı karşıya gelişi, aslında geminin kendisiyle değil, İngiliz imparatorluğu konusunda o sıralar başlamış bir tartışmayla ilgiliydi. Bu imparatorluğu, yoz, tehlikeli ve acımasız bulan sol düşünceyle, insanlığın ulaşabileceği en yüksek uygarlık düzeyi olarak gören sağ düşünce, iki yazarın kaleminde Titanic vesilesiyle karşı karşıya gelmişti.
Bütün bunlar Titanic’in efsaneleşmesini açıklar mı? Kaza kuşkusuz, insanın en derin korkularının gerçeğe dönüşmüş haliydi. Thomas Hardy’nin Titanic için yazdığı şiirde söylediği gibi geminin koskoca okyanusta insanlığın hali karşısında ilgisiz bir buzdağıyla karşılaşması, anlamsız tesadüf veya anlaşılmaz bir ilahi takdirdi. Titanic’ten etkilenerek ilk romanında batan bir gemiyi anlatan Virgina Woolf, gemideki insanları oradan oraya koşturan karıncalara benzetmişti. Geceleyin karanlığın içinde, dimdik denizin dibine cehennem çukuruna doğru iniş, en büyük korkusu boğulmak olan ve sonunda nehre atlayarak intihar eden bu yazarın hayal gücünü harekete geçirmişti.
Bir de şu vardı: Dünyanın en güçlü ülkelerinin en ayrıcalıklı insanları, dünyanın en lüks gemisinde boğulmuşlardı. Bunun herkeste yarattığı güvensizlik duygusunu tahmin etmek zor değil. Nitekim iki yıl sonra Avrupa toprakları siperlerle delik deşik edildi. Özgüveniyle, büyüklük kompleksiyle, yanılmazlık inancıyla ve makineleriyle eski dünya gerçekten battı. Titanic kurbanları için ısmarlanan heykeller, Birinci Dünya Savaşı’nın meçhul asker heykelleriyle birleşti.