“Dün gece bir rüya görmedim. O yüzden size anlatacak bir rüyam yok. Dolayısıyla bana anlatacağınız bir yorumunuz yok. Bir yorumunuz yoksa geleceğe dair bir çıkarımım da yok. Yani kendim bir şeyleri denemek, keşfetmek, tecrübe etmek zorundayım. Ne kötü öyle değil mi? Sadece bir rüya beni bu gereksiz maceralardan uzak tutabilirdi oysa.”
Sokakta bir kedi yavrusu görürüz. Öyle sevimlidir ki onu sevmek düşüncesi zihnimizden geçer. Ancak öncesinde temiz olmadığını düşünürüz. Belki bizi tırmalayacağını düşünürüz. Bir elbise görürüz. İçinde kendimizin çok güzel olduğu bir hayal gelir zihnimize. Ancak bilmediğimiz bir olumsuz düşünce onu aldırtmaz bize. Bir kitap görürüz mesela. Onu sıcacık bir kahve ile okuma hayali mutlaka zihnin bir köşesindedir. Ama her bir yanına baktıktan sonra almaz ve tozlu raflara geri koyarız onu. Bir insandan hoşlanırız en nihayetinde. Birlikte çok mutlu olduğumuz hayali mutlaka kurulur zihnimizde ancak yine de onunla konuşmaya cesaret edemeyiz. Oysa bir dost kediyi severse biz de severiz. Çok yakıştığını söylerse o elbiseyi alırız. Çok güzel olduğunu söylerse o kitabı alır ve okuruz. Eğer onun senin için doğru kişi olduğunu söylerse gidip o kişi ile konuşuruz. Hayat bana göre tren raylarına benzer dostlar. Bizler ise o raylarda giden vagonlarızdır. Ancak çok azımız lokomotifler gibidir. Bu sebeple ihtiyaç duyarız. Hareket etmek, durağanlıktan kurtulmak için. Eksik olduğumuzu düşünürüz çünkü. Öyle ya, bir lokomotif olmadan bir vagon neye yarar ki. İşte bu vagonun dramıdır dostlar.
Hiçbir şey doğası ile olumlu veya olumsuz değerlendirilmemelidir elbette. Sonradan dönüştüğü haliyle ise değerlendirmeye tabi tutulabilir. Bana göre herkes doğumunda sıfırdadır. Ancak sonrasında yaşadıkları, onun bir vagon veya bir lokomotif olacağına yön verir. Yani aslında dram olan; bir vagon olmak değil bir vagona dönüşmektir. Metaforlardan kurtulup gerçek hayata dönersek, çok pişmanlıklar vardır yaşamlarımızda. En çok pişmanlık duyduğumuz şeyler ise; pişman olabiliriz diye yapmadıklarımızdır. Mark Twain, “Bundan yirmi yıl sonra yapmadığınız şeylerden dolayı, yaptıklarınızdan daha fazla pişman olacaksınız. Demir alın ve güvenli limanlardan çıkın artık. Rüzgârları arkanıza alın, araştırın, hayal edin ve keşfedin” der.
Hayatın en büyük acımasızlığı ve en büyük gerçeğidir; “Ölüm”. Her zaman gölgesi hayatımızın bir köşesindedir. Zahirinden bağımsız gerçek görüntüsünü herkese bir kez gösterir. Ancak bunun ne zaman olacağıdır muallak olan. İşte insanoğlunun en büyük yanılsaması da burada başlar. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız. Bu yanılsaması ise kişinin hayatının gerçekliğini yitirmesi demektir. Sefil yaşamların hikayesi budur işte. Ne olur mesela o bildiğimiz filmlerde; bir adam hasta olduğunu öğrenir ve kalan ömrünü dolu dolu yaşamaya karar verir. Öleceğini öğrenir çünkü. Tanrım biz insanlar akıllı olduğumuzu düşündüğümüz anlarda ne kadar budalaşabiliyoruz! Ölümün herkes için kaçınılmaz olduğu bu dünyada hayatımıza değer katmak için daha ne bekliyoruz. Bir hastalık mı, kayıp mı?
Aslını isterseniz ne beklediğimizi anlamak için önce ne olduğumuzu öğrenmemiz gerekir. Zira bir vagon sadece çekilmek isterken, lokomotif ise kendisi için gereken şeylere ihtiyaç duyar. Oysa lokomotif de vagon da aynı raylarda gider. Ancak birisi sürüklenirken diğeri gidilecek yere karar verendir. Peki siz hangisisiniz ya da hangisine dönüşeceksiniz? İşte bütün mesele bu…