Not: Al Pacino yazımızın ikinci bölümü…
Revolution’ın büyük fiyaskosundan sonra Al Pacino Sea Of Love ile 80’lere biraz olsun güzel bir film ile veda etmişti. Ancak Revolution ile Sea Of Love arasındaki 4 yıllık boşlukta çok uzun zamandır düşündüğü, 1969 yılında Broadway dışında kendisinin oynadığı Heathcote Williams oyununa dayanan The Local Stigmatic üzerine çalıştı. David Wheeler’ın yönettiği filmi tamamen kendisi finanse etti ve Doğu Londra aksanı üzerine çokça çalıştı. Film, Pacino’nun canlandırdığı Graham ile Paul Gilfoyle’un canlandırdığı Ray’in Londra’nın doğusunda barlarda kavga eden iki alt sınıf İngiliz’i anlatıyordu. Film hiçbir zaman hiçbir yerde gösterime girmedi. Al Pacino’nun filmi dvd’ye vermesi bile 20 yıl sürdü.
1990’da ise çok uzun zamandır beklenen The Godfather Part III vizyona girdi. Francis Coppola ile Mario Puzo’nun yeniden birlikte senaryosunu yazdıkları film ilk iki filmin çok gerisinde kaldı ancak bunun nedenleri vardı. 80’lerin sonları ve 90’larda en ikon kadın oyunculardan biri olarak görülen, Michael Corleone’nin kızı Mary Corleone için düşünülen Winona Ryder rahatsızlanarak seti terketti, ilk iki filmin lokomatif karakterlerinden Tom Hagen’ı canlandıran Robert Duvall ile ücrette anlaşmaya varılamadı. Ancak bütün bunların ötesinde eleştirmenler ve seyircilerin en çok parmak bastığı konu Mary Corleone rolünde çok kötü bir performans sergileyen Coppola’nın kızı Sofia Coppola’ydı.
Coppola’nın filmdeki oyunu gerçekten çok zayıftı ve bu filmden önce hiçbir büyük filmde de rol almamıştı. Kendisi de burada yaptığı hatayı anlamış olmasından mütevellit babası gibi yönetmenliğe yöneldi ve çok daha başarılı oldu. Bunların dışında filmin diğer iki filmle arasında da çok uzun bir zaman vardı. Coppola’nın Apocalypse Now sonrası iflas etmesi İtalyan sofrasına üçüncü bir tabak eklemesini 16 yıl gecikmesine neden oldu. Senaryonun da daha kısa bir sürede kaleme alınmış olması ilk iki filmdeki derinliğin burada yakalanamamasına sebep oldu. Al Pacino yıllar sonra 2003’te üçüncü bölüm ile ilgili olarak:
“The Godfather Part III, büyük bir hataydı. Tamamen Michael Corleone’yi aklamak için yapılmıştı ve hem ticari kaygılar hem de tipik Amerikan izleyicisinin beğenilerine hitap eden bir senaryoya sahip olan film ilk iki filmin yarattığı saygınlığı ve estetiği yerle bir etti” diyecekti.
Bunlar dışında Al Pacino’nun da yaşlı Michael Corleone olarak Marlon Brando’nun yaşlı Vito’sundaki etkiyi yaratamaması bir diğer etkendi. Senaryoda da aslında güçlü bir siyasi alt metin vardı. 1970’lerin sonları ile 1982 arasında İtalyan mafyası, Vatikan ve bankacı Roberto Calvi üçgeninde yaşanan gerçek olayların üzerine kurulmuş olan senaryo da çok fazla anlaşılamadı. Bütün bunlara rağmen üçüncü film, üçlemeyi layığıyla ve arkada tek bir soru işareti bırakmadan tamamladı. İlk iki filmden bu kadar sönük görülmesinin en büyük sebebi o filmlerin 70’li yıllarda çok daha başka şartlarda çekilmiş olmasıydı.
Al Pacino’nun 1990’da rol aldığı bir diğer film ise Dick Tracy’ydi. Çizgi romandan uyarlanan bu deneysel gangster denemesi pek tatmin edici olmadı. Ki Pacino bu filmde Scorsese’nin Goodfellas’ında oynamayıp rol almıştı. Goodfellas’ı “sürekli gangster oynuyorum”diyerek reddedip Dick Tracy’de rol alması da her zaman kariyerinin en tartışılan ve ironik kararlarından biri olarak hatırlandı. Pacino da Star Wars ve Kramer Vs Kramer ile birlikte Goodfellas’a hayır demesinin büyük
bir hata olmuş olduğunu sonradan açıkladı (ki her ne kadar Star Wars’da oynamamasının çok isabetli bir karar olduğunu düşünsem de). Bonnie & Clyde, Heaven Can Wait, Reds gibi filmlerle yönetmenlikteki başarısını da kanıtlamış olup 1991 yapımı Bugsy ile en iyi erkek oyuncu adaylığı elde eden Warren Beatty’nin hem yönetip hem başrolünü oynadığı Dick Tracy her zaman özgün bir film olarak kaldı. Filmde Madonna’nın rol alması da o dönemde çok büyük sükse yaptı ve filmin tanıtımında çok faydası oldu.
1991’e gelindiğinde Al Pacino Scarface’ten 8 yıl sonra yeniden Michelle Pfeiffer’la yollarının kesişmesini sağlayan içten, samimi ve sıcak romantik komedi Frankie & Johnny’de oynadı. Terrence McNilly’nin Frankie & Johnnyin the Clair de Lune adındaki oyunundan uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda ise A Pretty Woman’ın (Özel Bir Kadın) yönetmeni Garry Marshall oturuyordu. Film, haksız yere hapise girdikten sonra tahliye olur olmaz aşçılığa başvuran Johnny ile, ilişkilerinde bir türlü istediğini tutturamamış genç Frankie’nin tatlı sert ilişkisini anlatıyordu. Pacino ile Pfeiffer’ın müthiş uyumunun yanı sıra komedinin de başarılı bir şekilde harmanlanmasıyla Frankie & Johnny her zaman en samimi romantik komedilerden biri olarak görüldü. Yönetmen Marshall filmin başarısının en büyük başarısının oyuncu kimyasından geçtiğini ise söyle anlatmıştı:
“Al yavaş öğrenmeyi sevmiyor. En başından bilip rahat hissedene dek doğaçlama yapıyor, sonra da kendini kilitliyor. Michelle ise tam tersi. Her kelimeyi duymak, sonra diğer versiyonlarını denemek istiyor. Al, seksen farklı şeyi aynı anda denemeyi seviyor. Buna rağmen ikisinin mükemmel bir kimyası var.”
1992’de ise Al Pacino onlarca kez aday gösterildiği fakat bir türlü kazanamadığı oscarına nihayet kavuştu. 1988’in büyük sükse yapan hit filmi Midnight Run’ın (Geceyarısı Avı) yönetmeni Martin Brest’in yönettiği Scent of a Woman (Kadın Kokusu)’da despot, esprili, sert, dengesiz ve görme engelli emekli albay Frank Slade’i canlandırdı. Slade karakteri için uzun süre görme engellilerin kaldığı yurtlara, evlere gitti, onlarla vakit geçirdi ve konuştu. Performansı ise dehşet vericiydi. Tango sahnesindeki genç partneri Gabrielle Anwar’ın ayaklarını yerden kesmişti. İlk başrolünü bu filmde oynayan Chris O’Donnell da Pacino için:
“Bu rolle en iyi erkek oyuncu oscarını kazanmaması imkansız. Çok güçlü. Her şeyi. En düşük tonda bile olsa sesi yayılıyor. Tam bir mükemmelliyetçi. Çok doğal olduğunu düşünüyorsunuz ama aslında çok çalışıyor. Soyunma odasında her gün yanımdaydı, ertesi günün sahnelerine çalıştığını duyuyordum. Sürekli yeni fikirlerle geliyordu. Her sahneyi kırk farklı şekilde yapmak istiyordu. Bitmeyen bir yaratı
CARLİTO’S WAY
1993’te Al Pacino belki de kariyerinin en underrated rollerinden birini oynadı. Brian De Palma ile Scarface’den 8 yıl sonra Carlito’s Way’de (Carlito’nun Yolu) çalışan Pacino burada, hapishaneden kitap okuyarak, kendini tanıyarak, anlayarak, iyi bir insan olarak çıkan Porto Rikolu eski uyuşturucu kaçakçısı Carlito Brigante’yi canlandırdı. Filmde Pacino’ya bir de bağıra bağıra gelen çok genç bir Sean Penn ve Penelope Ann Miller eşlik ediyordu ve Pacino kendine has performansıyla herkesi kendine hayran bıraktı. Sürekli Scarface ile karşılaştırıldı ancak maalesef onun kadar popüler olamadı Carlito’s Way. Ondan çok daha derli toplu bir film olmasına karşın. Sean Penn ve Penelope Ann Miller da çok güçlü performanslarıyla filmin diğer ağır topları olarak kendilerini gösterdiler.
Filmde Carlito’nun vicdan azapları, pişmanlıkları, eski kadın arkadaşına dönüşü, isim yapmaya çalışan genç suçlulardan uzak durma çabaları, eski iş ortaklarını tınlamaması gibi hareketler Carlito’nun Tony Montana’nın hapisten akıllanarak çıkmış hali gibi okunmasının da önünü açtı. Film oldukça sevildi ve günümüzde yerden yere vurulmakta olan Brian De Palma’nın son büyük başyapıtı olarak hatırlanmaya devam ediyor.
HEAT (BÜYÜK HESAPLAŞMA)
1995’e geldiğimizde Al Pacino kariyerinde rol aldığı en önemli filmlerinden birinde rol aldı. Thief, The Last of Mohicans, The Insider, Collateral gibi büyük filmleriyle tanınan Michael Mann’ın yönettiği Heat (Büyük Hesaplaşma), birbirlerine sadece yapmak istedikleri işleri yapma yönünden benzeyen, bunun dışında çok zıt iki karakter olan Neil McCauley ile Vincent Hanna arasındaki kedi fare oyununu anlatıyordu. Filmde polis Vincent Hanna’yı canlandıran Pacino ani öfke patlamaları, dengesiz davranışları, umursamaz tavırları gibi karakteristik özellikleriyle eksiksiz bir karakter oyunculuğu sergileyerek 90’lardaki en önemli oyunculuklardan birini verdi. Neil karakterini Robert De Niro’nun canlandırıyor olması da filmin Pacino’nun kariyerindeki önemini arttırıyor. De Niro ile The Godfather Part II’de rol almalarına karşı paralel olarak iki farklı hikayenin anlatılmış olmasından dolayı bu iki dev aktör hiçbir ortak sahnede yer almamıştı. Heat’in en önemli özelliği ikisinin birlikte sahnelerinin olduğu ilk film olmasıydı.
Özellikle polisiye, suç, aksiyon genresini çok etkileyen Heat, günümüzün çığır açan yönetmenlerinden Christopher Nolan’ın da en sevdiği filmlerden bir tanesidir ki yönetmen filmden tam 22 yıl sonra 2017’de yönetmen Michael Mann, Al Pacino ve Robert De Niro ile bir söyleşi yaptı ve söyleşide Al Pacino, Mann’ın da onayını alarak Heat’teki karakteri ile ilgili bir itirafta bulundu.
Filmde canlandırdığı Vincent Hanna’nın dengesizlikleri, ani öfke patlamaları ve çığlıklarının nedeninin aslında kokain kullanan bir karakter olduğuyla alakalı olduğunu, bu sahneleri çektiklerini ancak filme koymadıklarını açıkladı. Bunun sebebini de Mann’la birlikte açıklayan Pacino, filmin başka yerlere gideceğini, filmin çok başarılı bir karakter filmi olmasına karşın bu sahnelerin konmasının filmin daha çok Hanna tarafına döndüreceğini, Neil’in daha arka plana düşeceğini düşündükleri için böyle karar aldıklarını açıkladı.
Harry Potter and the Goblit Fire (Harry Potter ve Ateş Kadehi) ile tanınan İngiliz yönetmen Mike Newell, 1997’de efsanevi FBI ajanı Joseph D. Pistone’un Operation Donnie Brasco (Operasyon Donnie Brasco) kitabından uyarlayacağı Donnie Brasco filmi için Al Pacino’yu düşünmekteydi ve ondan da olumlu yanıt alınca filmdeki Lefty Ruggiero karakterini başarıyla canlandırdı. Yalnız Ruggiero Pacino’nun şimdiye kadar oynadığı gangster karakterlerden çok farklı olarak ayak işleri yapan, emir alıp cinayet işliyordu. Patron değil, ailenin en düşük üyesi durumundaki asker pozisyonundaydı.
Filmde Pacino’ya o yıllarda oldukça genç olan yıldız Johnny Depp, Tarantino’nun fetiş oyuncularından Michael Madsen, The Godfather Part II’yle hatırlanan Bruno Kirby ve James Russo eşlik etti. Finali biraz sönük bulunsa da film büyük başarı kazandı ve bir dalda da oscara aday gösterildi. Al Pacino’nun da 90’lardaki en karlı işlerinden biri olarak hatırlanmakta.
Pacino 1997’de kariyerinin en unutulmaz performanslarından birini daha sergiledi. 2004 yapımı Ray Charles biyografisi Ray’in yönetmeni Taylor Hackford’un yönettiği Devil’s Advocate (Şeytanın Avukatı)’de John Milton’ı canlandırdı. Milton çok büyük bir hukuk şirketinde CEO maskesi ardına gizlenmiş bir şeytandı ve geleceği parlak olan genç avukat Kevin Lomax’i şirkete kazandırdıktan sonra onun hayatını değiştirecek kişiydi. Pacino’nun bol doğaçlama yaptığı, ani öfke patlamaları ve çığlıklarının yanı sıra oldukça tiyatral Şeytan performansı yere göğe sığdırılamadı ve çok başarılı oldu.
Filmdeki oyunculuğuyla Keanu Reeves’in de önü açıldı. Reeves tam bir Pacino hayranıydı ve bu filmde rol almak için 1994’ün hit aksiyon filmi Speed’in (Hız Tuzağı) devamında oynamayı reddetmişti ve bu kararının nasıl isabetli olduğu da anlaşılmış oldu.
AL PACİNO VE RUSSELL CROWE
1999’a gelindiğinde Pacino Heat’in mükemmel yönetmeni Michael Mann ile yeniden buluştu ve yeni bir başyapıta soyundu. Başrolü Russell Crowe’la paylaştıkları The Insider, yaşanmış bir olayı anlatıyordu ve oldukça ilgi çekiciydi. Çok uluslu bir sigara şirketinde yönetici pozisyonunda çalışan Jeffrey Wigand’ın şirketteki yanlışlıkları üstlerine bildirdiğinde kovulması, tehdit edilmeye başlamasıyla sansasyonel haberlerin bekçisi olan idealist gazeteci Lowell Bergman ile işbirliğine girmesiyle birlikte başlarına gelenleri izlediğimiz film çok büyük başarı kazandı ve sinemanın altın yılı olarak görülen 1999’un en özel filmlerinden biri oldu.
Heat’te olduğu gibi yine kusursuz görüntü yönetmeni Dante Spinotti’nin gri, lacivert, mavi, siyah renk paletindeki görüntüleriyle akan filmde Pacino hırslı gazeteci Lowell Bergman’ı, Russell Crowe ise Jeffrey Wigand’ı canlandırdı ve en iyi erkek oyuncu dalında oscara aday gösterild. En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi erkek oyuncu dahil olmak üzere 7 dalda adaylık elde eden The Insider bunların hiçbirini alamasa da çok özel bir yere sahip oldu ve Al Pacino’nun da 70’lerdeki filmleriyle aynı kefeye konuldu.
Geçtiğimiz sayfalarda da gördüğümüz üzere Al Pacino 70’lerle başlayan sinema kariyerinde çok büyük işler yaparak sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük oyuncularından biri oldu. Çok büyük bir ikon haline geldi, De Niro ile birlikte popüler Amerikan sinemasının çehresini değiştirdi. Kendileriyle aynı jenerasyona denk gelen Francis Ford Coppola, Martin Scorsese, Sidney Lumet, Michael Mann, Bernardo Bertolucci ve Brian De Palma gibi yönetmenlerle ülke sinemalarına müthiş filmler bıraktılar ve Hollywood’un özellikle 70’ler ve 90’lardaki şaha kalkmalarında çok büyük pay sahibi oldular. 2000’lere geldiğimizde Pacino artık 60’lı yaşlarındaydı ve bu yüzden diyen de olabilir veya artık daha çok paraya ihtiyacı olduğu için yaptığını da düşünen olabilir genellikle başarısız ve vasat filmlerde rol aldı. 2000’de kendisinin yazıp yönettiği Chinise Coffie’yi çekti ancak onun da kaderi aynı The Local Stigmatic gibi oldu ve neredeyse hiçbir yerde gösterilmedi.
2002’de nispeten 2000’lerdeki en iyi filmi olan Insomnia’da yolsuzluğa batmış duayen polis memuru Will Dormer’ı canlandırdı. Filmin yönetmeni 2 sene önce The Memento ile sinema dünyasında ekranı ateşe veren genç yönetmen Christopher Nolan’dı ve 3.filminde Al Pacino’nun yanına dönemin en başarılı kadın oyuncularından Hilary Swank ve Robin Williams’ı da vererel ortaya oldukça güçlü bir filmin çıkmasını sağladı. Film Kanada’da neredeyse güneşin hiç batmadığı bir yerde çekileceğinden Al Pacino bölgeye çok daha önceden giderek rolüne hazırlanmaya başladı ama aslında bunun karakterine çok büyük faydası da oldu çünkü karakteri yolsuzluğa bulaşmış duayen bir polis memuru olduğundan uykusuzluk (insomnia) çekmesini metafor olarak başarıyla kullandı. Film aynı zamanda 1997 Norveç yapımı aynı adlı filmin yeniden çevrimiydi ve ondan alta kalmayarak önemli başarı kazandı. Al Pacino’nun da 2000’lerdeki en elle tutulur performansı ve filmi oldu.
2003’te ise Pacino oyun yazarı Tony Kushner’ın oyunundan aynı adla beyazperdeye uyarlanan Angels in America adlı 6 bölümlük mini dizide Meryl Streep ile başrolü oynadı ve ikisi de altın küreden en iyi oyuncu ödülleriyle döndüler. Dizinin yönetmeni ise 1967’de Graduation, 1976’da ise The Marathon Man, 2004’te Closer ile tanınan Mike Nichols’dü ve Nichols ile Kushner et boyunca ortak çalışarak ortaya çok başarılı bir iş çıkardılar. Dizi kablolu yayın döneminde en çok izlenen televizyon dizisi oldu ve daha onlarca ödül kazandı. Böylece Al Pacino televizyonda da bir marka olmayı başardı. Aynı yıl aksiyon yönetmeni Roger Donaldson’ın çektiği The Recruit’de CIA’in emektar akıl hocası Walter karakterini canlandırdı. Film elbette Pacino’nun tüm kariyerindeki filmlerinden çok farklı bir yerde duran klasik bir ticari olsa da gişede hatırı sayılır bir başarı kazandı. Filmde Pacino’ya Colin Farrell, Bridgette Moynahan eşlik etti.
2004’te Michael Radford’un yönettiği, William Shakespeare’in unutulmaz oyunu The Merchant of Venice’te (Venedik Taciri) başrolü Joseph Fiennes ve Jeremy Irons ile paylaştı ve en büyük tutkusu olan Shakespeare’e yeniden bir saygı duruşunda bulundu.
2005’te yine The Recruit ayarında bir polisiye olan Two for the Money (Kirli Para)’da Matthew McGonaughey ile başrolü paylaştıktan sonra 2007 ve 2008’de ikisi de yerden yere vurulan 88 Minutes (88 Dakika) ve Righteouse Kill (Orijinal Cinayetler)’de oynadı. Bu iki film de gişede battı ve Pacino’nun bu filmlerde neden rol aldığı hiçbir zaman anlaşılamadı. Üstelik Righteouse Kill’de Robert De Niro da oynuyordu. Bu iki filmin yönetmeni de televizyonda bile elle tutulur bir işi olmayan Jon Avnet’ti.
Pacino sonradan The Irishman döneminde verdiği röportajlar ve söyleşilerde bu filmlerden çok pişman olduğunu ama artık oynamış olduğu için bir şeyi değiştiremeyeceğini söyledi. 2010’da kısmen eski günlerine dönüş sinyali vererek hayatı boyunca ötenazi yaparak Amerika’da çok büyük tartışmalara yol açan doktor Jack Kevorkian’ı You Don’t Know Jack adlı televizyon filminde başarıyla canlandırdı ve yeniden en iyi erkek oyuncu dalında altın küre kazandı. Ancak 2013’te 88 Dakika ve Orijinal Cinayetler’i dahi aratan Jack & Jill’de kendini oynadı ve film tüm zamanların en kötü filmlerinden biri olarak gösterildi.
Pacino’nun kariyerinin ise kuşkusuz en kötü filmiydi. Aynı yıl yine en sevdiği şey olan tiyatroya döndü ve Jessica Chastain ile Oscar Wilde’ın büyük eseri Salome’u sinemaya taşıdı ancak o da çok kısıtlı yerde gösterildi. Ayrıca 2011’de Wild Salome adında bir de belgesel çekti. İkisini de kendisi yönetti. Devamında 2019’a kadar kötü filmlerde oynamaya devam etti.
2019’da önce Quentin Tarantino’nun 9.filmi olan, onlarca ödül kazanan Once Upon A Time In Hollywood’da oyuncu menajeri Marvin Schwartz’ı canlandırdı. Karakter ana değil yan bir karakterdi, filmdeki sahneleri oldukça azdı ancak Tarantino rolü tamamen Pacino için yazdığını açıklayarak hem aktörün gönlünü kazandı hem de uzun zamandır kötü giden kariyeri için olumlu bir basamak oldu.
Aynı yıl 2008’den bu yana dedikoduları süren, yüksek bütçesi nedeniyle Paramount dahil çoğu prodüksiyon şirketinden ret alan The Irishman’de (İrlandalı) Robert De Niro ve Joe Pesci’ye eşlik etti, eski şaşalı günlerine geri döndü. Film Netflix bünyesinde çekilmişti ve Martin Scorsese tarafından yönetiliyordu. Film Scorsese’nin en uzun filmi oldu ve Silence’de biraz sallanan tahtını yeniden The Irishman’le sağlamlaştırdı.
Film, Amerikan siyasi tarihinin ne tartışmalı isimlerinden olan Jimmy Hoffa’nın mafya tetikçisi Frank Sheeran ve mafya babası Russell Bufalino ile tanışmasından sonra başından geçenleri ve onunla birlikte 50’lerden 2000’lere uzanan bir karanlık Amerikan siyaset tarihi panaroması sundu. Sheeran’ı De Niro, Bufalino’yu Pesci canlandırdı ve Al Pacino Scent of a Woman’dan tam 27 sene sonra en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında oscara aday gösterildi. Performansı Pesci’yle birlikte olağanüstü bulundu. Pacino’nun Hoffa performansında çoğu kişinin hemfikir olduğu şey ise Heat’teki Vincent Hanna ve Devil’s Advocate (Şeytanın Avukatı)’ndaki ani patlamaları olan, tiyatral bir performans sunduğu üzerineydi.
Son olarak sinemanın BABA’sı 2020’de 70’lerde Nazi avcılığı yapan birini oynadığı The Hunters adlı diziyle gündeme geldi. 2020’nin ardından açıklanan iki projesi daha olan Pacino Axis Sally ve King Lear’da oynayacak. Lear’la büyük tutkusu Shakespeare’e yeniden dönecek olan Pacino için heyecanlı olmamak elde değil.