The Lighthouse Filminin Konusu
1890’lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nin New England bölgesindeki bir deniz fenerine tayin olan bekçilerden tecrübeli, yaşlı ve aksi Thomas ve genç ama çalışkan Ephraim Winslow’un sakin başlayan ilişkileri bir yerden sonra birbirlerine kedi köpek gibi olacak, yeri geldiğinde müthiş bir iktidar savaşına dönüşecektir.
ANALİZ
2019 yılı çoğu sinema eleştirmeni ve sinemasever için oldukça özel bir yıl oldu. The Irishman, Portrait of a Lady on Fire, Joker, 1917, Once Upon A Time In Hollywood, System Crasher ve Uncut Gems gibi birbirinden ses getiren filmler vizyona girerken ülkemizde sadece Başka Sinema kapsamında 1 veya 2 defa gösterilen The Lighthouse hepsinden farklı bir film olarak göze çarptı. 2015 yapımı The Witch ile daha ilk filmiyle kendini kanıtlayan genç yönetmen Robert Eggers’ın ikinci uzun metrajı olan The Lighthouse, görünürde birbirini hem seven hem nefret eden iki erkeğin kaba saba iktidar mücadelesi gibi gözükse de aslında hiç öyle değil.
Öncelikle yönetmenlik, görüntü yönetmeni ve oyunculuklara değineceğim ardından filmin sahne analizlerine geçeceğiz. Robert Eggers, The Witch’in aksine bu filmde senaryoda kardeşi Max Eggers ile çalışmış ve bunun meyvelerini topladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Başlangıçta Max Eggers, 1890’larda geçen bir hayalet hikayesi çekecekken konuyu kardeşi Robert ile paylaşmasıyla doğmuş olan The Lighthouse kesinlikle kıymeti ilerleyen yıllarda anlaşılacak bir kült. Filmin senaryosu o kadar başarılı bir şekilde ilerliyor ki, üstelik film kare yani 1.78:1’de çekilmiş. Bu format filme öyle bir oturuyor ki sanki gerçekten film geçtiği yıllar olan 1890’larda izliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz.
Sinematografide Jarin Blaschke çok büyük işler çıkarıyor. Özellikle ışık ve gölgelerin son yıllarda The Lighthouse’daki kadar etkili kullanıldığı ve başarıyla harmanlandığı bir film bulmak oldukça zor. Dev dalgalar, tablo gibi kareler, ani kontraslar birbirinden tiyatral ve doğaçlama oyunculuklarla birleştiğinde ortaya kusursuz bir art-house çıktığı aşikar. Willem Dafoe bu filmdeki performansıyla kesinlikle kariyerinde zirveyi görüyor. Bazı sahnelerde okuduğu şiirvari beddualar, öfke patlamaları, jest ve mimikleriyle adeta ekranı ateşe veren Dafoe’ye Robert Pattinson da hiçbir şekilde altta kalmayarak destek veriyor. 2008’de Twilight serisiyle tanıdıktan sonra çoğu kişinin sadece bu tarz fantastik slasher filmlerle kariyerini devam ettireceğini düşündüğü Pattinson’ın özellikle 2010’ların sonlarında rol aldığı art-house filmler kendisinin ne denli geliştiğinin göstergesi iken The Lighthouse’taki performansıyla o da zirve performansını veriyor.
Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
Film büyük dalgaların içinde ilerleyen bir geminin görünmesiyle başlıyor. Karaya varıldığında iki baş karakterimiz Thomas ve Ephraim Deniz Feneri’ne yerleşmeye başlıyorlar. Siyah beyaz oluşu dışında kare çekim de hemen göze çarpıyor. Önce biraz yadırgansa da filmin paletine çok uygun olduğu için kısa sürede unutuluyor bile. İlk başlarda Dafoe’nin canlandırdığı Thomas ile Pattinson’ın canlandırdığı Ephraim’in ilişkileri gayet dozunda ve sakin ilerliyor. Ancak görevlendirmeler başladığında Thomas’ın lider olduğunu anlamaya başlıyoruz. Kendisi Ephraim’i emirler yağdırıyor, ona yardım ederken bilerek yaralanmasına sebep oluyor. Daha buradan itibaren ünlü filozof Nietzche’nin Efendi & Köle Ahlakı’na göndermeler yapıldığını görüyoruz.
Biraz daha açmak istersek eğer Efendi Köle Ahlakı’nda efendiler ahlaklarını inşa ederlerken merkezde mutlaka kendileri oluyor. Her şey sadece kendileri için normundan asla çıkmıyorlar. Başka kimseyi düşünmüyorlar. Hükmediyorlar ve eziyorlar. Bu onlar için ahlakın ta kendisi aslında. Köle ahlakında kölelerin kendilerine özgülük yok, merkeze kendilerini koymuyorlar. Sadece efendilerine duydukları hırstan ve nefretten beslenirler. Hayatta olma amaçları tamamen budur.
Şimdi tekrar sahnelerimize dönelim. Ephraim fenerde kalacağı odaya geldiğinde yatağının nefresiminde küçük bir yırtık fark ediyor. Elini o yırtık yerin içine soktuğunda ise içinden küçük bir deniz kızı figürü çıkıyor. Figür tahtadan. Bu deniz kızı figürü aslında Ephraim’in cinselliğini temsil ediyor. Biraz denizci mitlerinde ve hikayelerinde veyahut gemilerde çalışan insanlarla ilgili de biliriz ki yılın neredeyse tamamını denizde geçirdiklerinden içlerinde cinsel bir açlık oluşuyor. Filmde de Ephraim bu tahta deniz kızı figürünü genellikle yanında taşıyor ve Thomas’ın görmediği anlarda gizlenerek mastürbasyon yapıyor. Ayrıca deniz kızı rüyalarına da giriyor. Ancak rüyada deniz kızını ilk başta normal bir kadın sanıyor ancak vajinasının yerinde deniz kızı kuyruğu olduğunu gördüğünde şoka giriyor. Ephraim ile Thomas’ın yemek sahneleri ise filmin en önemli yerlerini oluşturuyor. Aslında filmin başında hiçbir diyalog yok. İkisinin de odalarına yerleşmelerini izliyoruz.
“Kederli ve soğuk ölüm okyanus yataklarını evimiz kıldı… lütfetsin yalvaran ruha iflahı tedarikçi ruhumuzu kurtarmak için tenezzül.”
Thomas masaya oturduğunda bu cümleyi kuruyor ve yemeğe başlıyorlar. Birlikte yemek masasına oturdukları ilk sahnede ise Thomas “4.haftamızın şerefine.”diyor. Daha sonraki sahnelerde çokça şahit olacağımız bu yemek sahneleri bitmeyen tartışmalar, Thomas’ın tanrıvari bağırış, çığırışları, erk, iktidar savaşı, gel gitlere sahne oluyor. Bunlar olurken ikisinin de ortak olarak yaptığı tek bir şey var o da durmaksızın içki içmek. Ancak bu ilk yemek sahnesinde bu kendini kaybetme durumlarına henüz ulaşmıyorlar.
Bir sonraki sahnede Winslow kazan dairesinde birbirinden ağır işlerle uğraşırken sis borusunun derinden ötmesiyle irkiliyor ve kendisini kaybetmeye ilk burada başlıyor. Ardından kamera sağa doğru yavaşça pan yapıyor ve sonra yavaş yavaş yukarı çıkmaya başlıyor. Deniz Feneri’ne ulaşıyor ve burada Thomas’ın soyunmuş bir şekilde fener ışığının karşısına oturmuş, onunla sohbet ettiğini görüyoruz. Bu sahneyi Ephraim Winslow’un cehennemde, Thomas’ın ise cennette olduğu şeklinde okumak gayet mümkün.
Filmde zamansal olarak kesin olan tek bir şey var o da geçtiği yıllar olan 1890’lar. Bunun dışında hiçbir şey kesin değil, hiçbir şeyin gerçekten yaşanıp yaşanmadığını bilmiyoruz. Buna örnek vermemiz gerekirse bir sahnede Thomas, Tommy’ye burada kendisinden önce birlikte çalıştığı genç bekçiden bahsediyor ve onun da deniz kızı hayalleri görerek yavaş yavaş delirdiğini anlatıyor. Buradan sonra Tommy’nin de deniz kızı hayalleri artıyor. Deniz kızı dışında Tommy’yi en çok rahatsız eden bir diğer şey de martı. Tek bir martı sürekli Tommy’yi takip ediyor, onu izliyor ve rahatsız ediyor. Bir sahnede Tommy’ye vurmaya çalışınca Tommy martıyı yakalayarak onu eliyle kayaya çarpa çarpa öldürüyor. İşte buradan sonra film sürekli fırtınalı havada devam ediyor ve başka olumsuzluklar da yaşanmaya başlıyor. Bu cinayet sahnesinden hemen önce Thomas, Tommy’yi martı öldürmemesi konusunda ciddi şekilde uyarıyordu ancak kölelik ahlakına sahip olan Tommy yavaş yavaş efendi Thomas’ın buyruğundan çıkmaya başlıyor ve ilk olarak da kendisini rahatsız eden bir martıyı öldürüyor.
Martının ölümünden sonra artık daha çok iktidarı eline alan Winslow olmaya başlıyor ve Thomas ile kavgaya tutuşmalar da baş gösteriyor. Bu kavgaların başlamasından önceki son akşam yemeğinde ise ikisi yine feci şekilde sarhoş oluyorlar ve tam öpüşeceklerken Winslow kendi erkekliğini yüceltme amacıyla Thomas’ı itiyor. Filmin başındaki tahta deniz kızı figürünün Winslow’da hissettirdiklerinin zirvesini buralarda görmeye başlıyoruz. Aralarında gittikçe tırmanan Freudvari cinsel gerilim doruk noktasına ulaşıyor ve kavga etmeye başlıyorlar. Kavgayı kazanan Winslow oluyor ve Thomas’ın boynunu ipe geçirerek onu bir köpek haline getiriyor. Thomas bu sahnede aynı köpek gibi havlamaya ve yürümeye başlıyor. Burada atlamamamız gereken çok önemli bir nokta daha var ki kavga esnasında Thomas deniz kızına dönüşmeye başlıyor, Winslow’u baştan çıkararak tam onu kendine çektiğinde ise Deniz Kızı’nın yüzünün Thomas olduğunu görüyoruz ve yine burada da Protheus’un şekil değiştirebilme yeteneğini hatırlayarak Thomas’ın tamamıyla Protheus’u temsil ettiğini anlıyoruz.
Sonunda Winslow Thomas’ı diri olarak toprağa gömüyor ve hemen dönüp Deniz Feneri’ne tırmanıyor, tırmandığında yüzünde oluşan aşırı bir ışık parlaması ve orgazmvari yüz ifadesiyle hazzı doruk noktasına ulaşıyor ancak henüz daha ışığı yani mitlerde Zeus’un insanlardan saklamış olduğu bilgiyi haketmediği için kovuluyor ve merdivenlerden yuvarlanıyor. Ardından sabah olduğunda ise Winslow’u ölmek üzereyken vücudunu kemiren martıları görüyoruz. Böylece film tam anlamıyla mitin sonunda ne yaşandıysa aynı şekilde sonlanıyor.
Yönetmen: ROBERT EGGERS
Senaryo: ROBERT EGGERS & MAX EGGERS
Yapımcı: CHRIS COLUMBUS, ELENAUR COLUMBUS, ROBERT EGGERS, ISAAC ERICSON, RODRIGO GUTIERREZ, YOUREE HENLEYİ, RODRIGO TEIXEIRA, JAY VAN HOY
Müzik: MARK KORVEN
Sinematografi: JARIN BLASCHKE
Kurgu: LOUISE FORD
Oyuncular: WILLEM DAFOE, ROBERT PATTINSON, VALERIIA KARAMAN, LOGAN HAWKES