2020 yılının ilk çeyreği sona ermek üzereyken, sosyal medya üzerinden dünyaya hızla bir görüntü yayıldı. Amerika genelinde infial yaratan bu görüntüde bir adam, boğazına diziyle bastıran polis memuruna: “Nefes alamıyorum” (I can’t breathe) diye son gücüyle sesleniyordu… George Floyd’u tüm dünya işte bu çığlığıyla tanıdı.
25 Mayıs günü, Minnesota’nın Minneapolis kentinde, 20 dolarlık sahte para kullandığı gerekçesiyle marketten gelen ihbarla olay yerine gelen polis memuru Derek Chauvin, 46 yaşındaki siyahi George Floyd’un boynuna diziyle sekiz dakika 46 saniye boyunca bastırdı. Chauvin, şiddet eylemine Floyd bilincini kaybetmeye başladığından itibaren iki dakika 43 saniye daha devam etti. Sağlık personeli, Floyd’a müdahale ettiğinde artık her şey için çok geçti. Onu öldüren polis, bu eylemini kameranın kendisini çektiğinin farkında, polis gözetiminde, hiçbir çekincesi olmadan sürdürmüştü. Çünkü bu şiddet, ne Chauvin ne de Amerikalı siyahiler için ilk değildi ve dahası sistemde köklü bir değişilik gerçekleşmezse son olmayacağı da biliniyordu…
2014 YILINDA BENZER BİR OLAY YAŞANMIŞTI: ERİC GARNER BOĞULARAK ÖLDÜRÜLMÜŞTÜ!
New York’ta 17 Temmuz 2014 tarihinde, bir sokak köşesinde seyyar sigara satan siyahi Eric Garner, polis tarafından yine kameralar önünde boğularak öldürüldü. Görüntülerde Garner’ın “Nefes alamıyorum” diye yakarışları net bir şekilde duyulabiliyordu. Ülke ayağa kalkmış, siyahilere yönelik polis şiddetinin durması için halk, hükumeti protesto ediyordu. Caddelerde Eric’in son sözleri halkın dilindeydi: “Nefes alamıyorum, lütfen beni öldürmeyin”…
Protestolar etkisini henüz tam anlamıyla yitirmemişken aynı yıl 9 Ağustos’ta, Ferguson’da görevli, beyaz polis memuru Darren Wilson, silahsız ve siyahi bir genç olan 18 yaşındaki Michael Brown‘u başından iki kez olmak üzere birçok kez silahıyla vurarak ölümüne sebep olmuştu.
Ertesi gün, kentte protestolar ve ayaklanmalar başladı. İki gün sokağa çıkma yasağı uygulanan Ferguson’da, Ulusal Muhafızlar halkın dizginlenmesi ve huzur yeniden sağlanması adına göreve çağrıldı. Polis tarafından paylaşılan güvenlik kamerası görüntülerinde, Brown hırsızlık yaparken görülüyordu. Polis geldiğinde ise ellerini havaya kaldırarak teslim olmasına rağmen vurulmuştu. Annesi Michael’ın ardından “Oğlum mükemmel biri değildi ancak; bu onun öldürülmesini haklı çıkartamaz” dedi. 6 yıllık memur olan Wilson, süresiz ücretli izne çıkarıldı. Ardından jüri tarafından polis hakkında takipsizlik kararı alındı…
Aslında her şey 1492’de Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfetmesiyle başlamış, keşiften hemen sonra Beyaz Avrupalılar kıtaya yerleştirilmiş ve “Amerikalı” kavramı oluşturulmaya başlanmıştı. Eski Dünyalılar, Yeni Dünya’da yaşayan bölge sahiplerini hiçe saymış, çoğunlukla Kızılderililerin oluşturduğu halkı, zaman içerisinde ya soykırıma uğratmış ya da asimile etmişlerdi. Katliam, kıtanın keşfinden 1911’e kadar sürmüştü…
Kıtada ilk kölelik kültürü yerlilerden geliyordu; İspanyol ve Portekizli işgalciler öldürmediği yerliyi zor şartlarda çalıştırıyor, hastalıktan yahut yorgunluktan ölmelerine sebep oluyorlardı. 15. yy’ın ortalarında işgalci devletler, Afrika topraklarından insanları gemiye yüklemek suretiyle ve insanlık dışı şartlarda Amerika’ya kaçırarak, köle olarak satmaya başlamıştı. Çok geçmeden köle kültürü Amerikayı etkisi altına almış, artık toprak sahipleri ekinde, tütünde, şeker ve pancar tarlalarında Afrika’dan gelen kölelerini çalıştırmaya başlamıştı. Pazarlarda meyve sebze satar gibi zincirlere vurulmuş insanlar satılıyordu. Öyle ki kölelik, ilk olarak 1641’de Massachusetts’te yasal hale getirilmiş, ardından 1662’de Virginia eyaletinde “kadın kölelerin doğurduğu çocukların da köle sayılması”na ilişkin yasal düzenlemeler yapılmıştı. Köle sahiplerine kölelerini cezalandırma hakkı, hatta bu sırada ölmeleri durumunda ceza muafiyeti verilmişti…
Yıllar içinde birçok ülkede köleliğin kaldırılmasına ilişkin dernek ve sendikalar kurulmaya başlandı. İlk olarak 1804 yılında Kuzey eyaletleri, köleliği yasaklamayı başarmış, üç yıl sonra da Amerika ve İngiltere arasındaki köle ticareti sonlandırılmıştı. Kuzey, medeniyetin tatlı hissiyle tanışırken; Güney eyaletlerinde, köleliğe karşı çıkmanın cezası “ölüm” ile sonuçlanmaya devam ediyordu.
19 Haziran 1862 yılında Abraham Lincoln tarafından tamamen kaldırılan kölelik sayesinde Lincoln, oylarda üstünlük sağlayarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin 16. Başkanı olmayı başarmış, “En iyi ve en dürüst başkan” olarak anılmaya başlanmıştı. Bu karar elbet de güneyde hoş karşılanmadı ve Kuzey ile Güney Eyaletleri arası çatışmalar bir iç savaşa sebep oldu. Savaşın galibi barışçıl ve eşitlikçi Kuzey olmakla birlikte 1865’te kölelik tamamen kaldırılmıştı. Savaşın sonunda Güneydeki siyahilere hakları verilmiş olsa da kazanılan özgürlükleri kısa süre içinde Güneyli beyazlar tarafından geri alınmıştı. O yıl, siyahi düşmanlığının en önemli simgesi olan Ku Klux Klan kurulmuştu…
KKK olarak da anılan bu gizli ve siyasi örgüt, beyaz ırkın üstünlüğüne inanıyor; siyahilere ve göçmenlere karşı çıkıyordu. İç savaşın ardından siyahiler, Güney eyaletlerdeki valilik seçimlerinde ve ABD Kongresinde zaferler kazanmaya başlamıştı. KKK, siyahi politikacıları, okulları, kiliseleri ve kurumları hedef alıyor, kanlı eylemler gerçekleştirerek onlar üzerinde korku ve baskı kuruyordu. Örgütün tüm bu şiddet eylemlerine karşı, yerel otoriteler ve kolluk güçleri sessiz kalıyor hatta sanıklar ya mahkemece serbest bırakılıyor ya da yok denilecek kadar hafif cezalarla kurtarılıyordu. Güneyde etkisini ve şiddetini arttıran Klan, 1870-76 yılları arasında, beyaz ırkının üstünlüğü düşüncesi yeniden güçlendirmeyi başarmıştı…
ROSA PARKS OLAYI
1955 yılında Rosa Parks ismindeki terzi bir kadın, siyahilere yapılan ayrımcılığa karşı en etkili hareketi sergileyerek, tüm ülkeye adından söz ettirecekti. Güney eyaletlerinde devam eden ırkçı ayrımlar, siyahilerle beyazların otobüslerin farklı kapılarından binmelerine ve onlar için ayrılmış yerler dışında kendilerine yer bulamayacakları bir duruma ulaşmıştı.
Rosa, 1 Aralık gecesinde Alabama’nın Montgomery şehrinde işinden çıkarak evine gitmek üzere otobüse bindi. Yasalara göre ön sırada bulunan ve beyazlar için ayrılan koltuklar dolduğunda yahut şoför gerekli gördüğünde, ortada bulunan değişken koltuklarda bulunan yolcuların, beyaz yolculara yer vermeleri gerekiyordu. Bir süre sonra otobüsün beyazlara ayrılan kısmı dolmuş ve otobüse yeni beyaz yolcular binmeye başlamıştı. Değişken koltukta oturan yolculardan kendilerine yer vermeleri istenildi. O koltuklardan birinde oturan Rosa duruma itiraz etti ve yer vermeyi reddetti.
Şoför polise haber verdi, Rosa tutuklandı; onun bu eylemi halk arasında hızla yayılmaya başlamıştı. Küçük bir grup, Dexter sokağının Baptist kilisesinde Rosa için yapılabilecekleri konuşmak için toplanmıştı.
O kilisenin 26 yaşındaki vaizi Martin Luther King Jr, Montgomery Otobüs Eylemi’ni başlatan kişi olmuştu. Eylem öyle büyük ses getirmeyi başardı ki siyahiler, bir yılı aşkın süre boyunca otobüslere binmemiş; işlerine, okullarına ve evlerine yürüyerek gidip gelmeye başlamışlardı. Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin tüm ulaşım araçlarında ırk ayrımcılığını kanun dışı ilan etmesine kadar etmişti.
28 Ağustos 1963 yılında yaklaşık yarım milyon kişi “İş ve Özgürlük İçin Washington’a Yürüyüş” eyleminde bir araya gelmişti. Martin Luther King Jr., Lincoln Anıtı önünde gerçekleştirdiği ve adını insanlık tarihine altın harflerle yazacağı “Bir Hayalim Var” konuşmasını gerçekleştirmişti. Aynı dönemde aynı amacı farklı boyutlarla değerlendiren Malcolm X, bu konuşmayı “saçmalık” olarak anacaktı. Yürüyüşte, iş yerleri ve okullarda ırksal ayrımcılığın sonlandırılması, yurttaşlık hakları yasasının çıkartılması ve asgari ücretin saatlik 2 dolara çıkarılması gibi açıkça bazı isteklerde bulunulmuştu. 1964’te Yurttaşlık Yasası’nın çıkmasıyla ABD’de ırk ayrımcılığı yasaklanmıştı.
Malcom X ve Dr. King aynı amaç uğruna farklı pencerelerden hayatları boyunca mücadele etmişlerdi: eşit hak ve özgürlüklerin tanınması… King bu hakları barışçıl protostolarla edinilebileceğine inanırken; Malcolm X, ciddiye alınmak için gerektiğinde şiddetin de bir yol olarak sayılmasından yanaydı. Görüş ayrılığı yaşayan bu iki lider son yıllarında birbirlerinden etkilenmeye başlamış hatta King dialogla çözümün tek başına yeterli olmadığına; Malcolm X ise şiddetin yegane çözüm olmayacağına kanaat getirmişti. Ne var ki Malcolm X, 21 Şubat 1965’te Manhattan’da bulunan bir salonda konuşma yapmaya hazırlanırken, 400 kişilik dinleyicilerden birisi “Zenci! Ellerini cebimden çek!”diye bağırmaya başlamıştı. Korumaları olayı bastırmaya çalışacakları sırada, bir adam ileriye doğru atılarak Malcolm’un göğsüne ateş etti. Otopsi raporunda göğsünde, sol omzunda, kollarında ve bacaklarında olmak üzere 21 yerinden yaralandığı yer alıyordu…
Malcolm’un suikastinden üç sene sonra Martin Luther King Jr., bir başka suikastta hayatını kaybetti.
Yıllar geçti, isimler değişti fakat ırkçı saldırılar sona ermedi. Koca ülkede yer bulamadı siyahiler kendilerine, özgürlükler ülkesinde özgür olamadılar, potansiyel suç kaynağı olarak görüldüler. Central Park Beşlisi, Los Angles Emniyeti olayı (Rodney King) Trayvon Martin, Freddy Gray, Christian Taylor, Jeremy McDole, Tamir Rice ve daha niceleri; yani siyahilere uygulanan şiddet, baskı ve haksızlık ne ilkti ne de son. Guardian gazetesinin verilerine göre yalnızca 2015 yılında 1146 kişi polis tarafından öldürüldü. Öldürülenlerin %26 siyahiydi ve silah taşımıyorlardı. The Washington Post’tun yayımladığı raporda ise 2017 yılında, bir önceki yıla ek 24 kişi daha öldürülmüş ve bu kişilerin %22’si Afro-Amerikan ve yine silahsız kişilerdi.
Martin Luther King’in bir hayali vardı: Gün gelecek, eski kölelerin evlatlarıyla eski köle sahiplerinin evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklardı. Mississippi eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecekti. Dört küçük çocuğu, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre nitelendirildikleri bir ülkede yaşayacaklardı. Her kasabadan ve köyden, her eyaletten ve kentten özgürlüğün yankısını duyacak, o gün tanrının bütün kulları, siyahlar ve beyazlar; Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Budistler herkes el ele tutuşup eski bir zenci ilahîsini söyleyeceklerdi: Sonunda özgürüz! Olmadı… George Floyd’un ölümüyle Amerika yangın yerine döndü; sokaklar, iş yerleri alev alev… Floyd’u öldüren polis memuru üç günün ardından tutuklandı; ikinci ve üçüncü derece cinayetle yargılanacak.
Hemingway’in “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” kitabının giriş cümlesinde yer alan John Donne’un sözlerini hatırlatmak istiyorum:
“Ada değildir insan, bütün de değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki çanlar kimin için çalıyor diye sorma; çanlar senin için çalıyor.”
YAZAN: Melis Berfin BAYAR
KAYNAKÇA: https://www.theguardian.com/uk/2001/apr/27/race.world2
https://photos.state.gov/libraries/turkey/231771/PDFs/freeatlast_turkish_all.pdf
https://tr.wikipedia.org/wiki/Jim_Crow_yasalar%C4%B1
https://www.usatoday.com/story/news/nation/2020/05/31/george-floyd-protests/5293101002/
https://tr.wikipedia.org/wiki/1992_Los_Angeles_olaylar%C4%B1