Birçok spor severe göre dünyanın en büyük spor organizasyonu 1930 yılından bu yana her dört yılda bir düzenlenen (II. Dünya savaşı sebebiyle oynanmayan 1942 ve 1946 yılları hariç) FIFA Dünya Kupası’dır. Geçmişte dünya futbolunun trendleri her dört yılda bir bu organizasyonla belirleniyor olsa da günümüzde kupanın bu etkisinin azaldığını söylemek mümkün. Ancak Dünya Kupası’nı bu denli önemli yapan da yalnız sahadaki futbolun kalitesi değil. Ünlü futbol yazarı Simon Kuper, Football Against The Enemy (Futbol Asla Sadece Futbol Değildir, 1994.) kitabında “Bir oyun milyarlarca insan için önemli olduğu takdirde sadece bir oyun olmaktan çıkar” der. Altı kıtadan 32 takımın katıldığı kupanın 2014 yılında oynanan son finalini 740 milyon kişi canlı takip ederken bu rakam televizyonda en çok izlenen spor müsabakası oldu. Kupayı bu denli özel yapan da işte bu. Her kupa kendine ait hikayeler yazmak konusunda son derece cömert. Bu sene Rusya’ da düzenlenecek FIFA Dünya Kupasının başlamasına kısa bir süre kalmışken ben de yazarı futbol, ilham kaynağı Dünya Kupası olan bu muhteşem hikaye kitabının tozlu sayfalarını açmaya ve sizlere unutulmayacak dokuz hikayeyi anlatmaya karar verdim.
İşte başlıyoruz..
1994 yazında bir Haitili, “Hangisi daha önemli: Brezilya’nın kazanması mı, yoksa ABD işgali mi?” diye soran Amerikalı gazeteciye şu cevabı vermişti: “Biz her gün açız. Bir yığın sorunumuz var. Amerikalılar her gün ülkemizi işgal edeceklerini söylüyorlar. Ama Dünya Kupası dört yılda bir düzenleniyor”
Sımon Kuper – Football Agaınst Enemy
1 – LUİS MONTİ’NİN İLGİNÇ REKORU
Luis Monti 15 Mayıs 1901 yılında dünyaya gelmişti. Futbola ülkesinin Huracan takımında başlayan Monti, kısa sürede adından söz ettirmeyi başarmıştı. 1.70 metre boyunda olmasına rağmen etkileyici fiziğinden ötürü “Double Wide” lakabını alan Monti, 1924 yılında ilk kez ülkesi Arjantin’in milli formasını giydi. 1927 yılında dönemin yıldızları Manuel Ferreira, Raimundo Orsi ve Domingo Tarasconi gibi isimlerle Güney Amerika Şampiyonası’nda zafere ulaşan Monti, Türkiye’nin de katıldığı 1928 Olimpiyat Oyunları’nda ise Arjantin forması ile gümüş madalya kazanmıştı. 1930 yılı ise ülkesinin milli takımı ile zirve yapma zamanıydı. Komşu ülke Uruguay’da düzenlenen tarihin ilk Dünya Kupası’nda ülkesinin önemli isimlerinden olan Monti, takımı ile finale kadar ulaşmıştı. Final maçına hızlı başlayan Arjantin devreye 2-1 önde girmiş ancak ikinci yarıda turnuvanın ev sahibine 4-2 ile boyun eğmek zorunda kalmıştı. Yıllar sonra FIFA’nın sorularını cevaplayan Monti’nin torunu Lorena, büyük babasının devre arasında “eğer Arjantin kaybetmezse karın ve kızın ölür” denilerek tehdit edildiğini anlatmıştır.
1930 yılında bu şekilde kupadan olan Monti, takip eden sene İtalyan devi Juventus’ a transfer olmuş, burada üst üste dört şampiyonluk yaşamış ve bu süre zarfında Çizme’nin efsanevi çalıştırıcısı Vittorio Pozzo tarafından “doğuştan gelen İtalyan genleri” sebebiyle milli takıma çağrılmıştı. “İtalya için savaşabilirsen İtalya için oynayabilirsin de” mottosunun kabul gördüğü dönemde İtalya milli takımı forması giymeye başlayan Monti, yeni milli takımı ile 1934 Dünya Kupası’nda finale kadar gelmişti. Benito Mussoli’nin gölgesinde geçen kupada final maçı öncesi soyunma odasına giren kim olduğu bilinmeyen bir kişi, eğer maçı kaybederlerse bütün takımın öldürüleceğini söyler. Monti milli formasını değiştirse bile tehditlerden kurtulamamıştır. Bu rağmen 10 Haziran 1934 tarihinde Çekoslovakya karşısında 2-1 galip gelen İtalya kupaya uzanarak tehditleri boşa çıkarır. Bir önceki kupada doğduğu ve futbola başladığı ülkenin forması ile Dünya Kupası Finali oynayan Luis Felipe Monti, 34 yılında genlerinin takımı İtalya ile bir kez daha bu başarıyı tekrarlayıp üstüne kupayı da evine götürür.
İki kez üst üste Dünya Kupası finali oynayan takımlar, üst üste dünya şampiyonu olan takımlar ya da iki kere üst üste kupayı kaldıran oyuncular olsa da iki farklı kupada iki farklı milli takım forması ile final oynayan Monti’nin bu başarısı hala tekrarlanamamakla birlikte günümüz kuralları düşünüldüğünde bir daha tekrarlanması da mümkün görünmemekte.
2- ESİR KAMPINDAN DÜNYA ŞAMPİYONLUĞUNA
Dünya Kupası, 1930 yılından günümüze kadar süregelen zaman zarfında yalnızca 1942 ve 1946 yıllarında düzenlenmedi. Çünkü bu dönem başta Avrupa olmak üzere bütün dünyayı saran 2.Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü yıllardı. Tam da işte o yıllarda Almanya’nın Kaiserslautern şehrinde Fritz isminde bir genç, babasının da etkisi ile şehrin takımı 1.FC Kaiserslautern takımında futbola başlamış ve adından da bolca söz ettirmişti.
İlk milli maçına Romanya karşısında çıkıp hattrick yapsa da hayatının en önemli maçına -o zaman henüz farkında olmasa da- 1942 yılında Macaristan’a karşı çıkmıştı. Budapeşte’de oynan maçta Almanya genç yıldızı ile öne geçmesine rağmen devreyi 2-1 geride tamamlamıştı. İkinci yarı sahneye çıkan Fritz bir gol daha atmış ve takımının 5-3′ lük zaferinin baş mimarı olmuştu. Ancak 22 yaşındayken savaş patlak vermiş ve orduya katılmak zorun kalmıştı. Gelecek vaat eden bir yıldız adayı olması sebebiyle savaş boyunca şiddetli çarpışmalardan uzakta, işgal altında olan ülkelerde gösteri maçlarına çıkıyordu.
Ancak Sovyetlerin ilerlemesi sonucu kardeşi Ludwig ile birlikte esir düşen Fritz, Sibirya’daki esir kampına doğru yola çıkarılmıştı. Tam da bu yolculuk esnasında Ukrayna’da verilen bir molada hayatı değişecekti genç Alman’ın. Burada maç yapan subaylara oynamak istediğini söylemiş ve onların kabulü ile kendisini rehin tutan subaylar ile birlikte top oynamaya başlamıştı. Yeteneği ile tüm askerleri dize getiren genç yıldız oradaki bir Macar subayının dikkatini çekmişti.
“Seni tanıyorum, Fritz Walter. Almanya – Macaristan, 5-3 siz kazanmıştınız ve sen 2 gol atmıştın?”
Bu olay onun kurtuluşu olmuştu. Aynı Macar subayı kardeşi Ludwig ile birlikte onun Alman değil, Avusturyalı olduğunu söyleyerek Sibirya’ya gönderilmelerine engel olmuş ve savaş sonuna kadar Ukrayna’ da ki bu toplama kampında esirlere futbol öğretmekle uğraşmıştı.
Savaş sonrası ülkesine dönen Walter, şehrinin takımı 1.FC Kaiserslautern ile yüzlerce gol atarak tarihe geçmişti. 1954 yılı geldiğinde 16 yıl sonra turnuvaya katılan ülkesini İsviçre’de düzenlenen Dünya Kupası’nda temsil edecekti. Artık takımın en tecrübeli ismiydi. Bir diğer kardeşi Ottmar Walter ile birlikte Kaiserslautern’de yakaladıkları uyumu milli takıma taşımış ve turnuvada finale ulaşmışlardı. Kaderin cilvesi bu ya, finalde rakip Fritz Walter’in hayatını kurtaran subayın ülkesi Macaristan’dı. O zamanların en iyi kadrosuydu Macaristan ve dönemin en büyük futbolcularından Hidegutki – Kocsis – Puskas ile birlikte onlar da rahatça finale ulaşmışlardı.
(Türkiye’nin de bulunduğu grup müsabakalarında bu iki takımı karşı karşıya getiren maçta Macaristan Almanya’yı 8-3’lük skorla bozguna uğratmıştı.)
Finalin de henüz 8. dakikasında Czibor ve Puskas ile iki farklı üstünlüğe ulaşan Macaristan’a Almanlar çabuk yanıt vermiş ve uzun süre berabere giden maçın 84.dakikasında Helmut Rahn’ın golü ile şampiyonluk Fritz Walter ve arkadaşlarının olmuştu.
Futbol onun karısından sonra en sevdiği şeydi belki. Başta hayatı olmak üzere çok şey borçluydu bu enfes oyuna. Ama kabul etmek gerekir ki o da borcunu ödemekte son derece cömert davrandı. 400 küsür kere giydiği Kaiserslautern forması ile 380, Almanya Milli Takımı ile 33 gol atma başarısı gösterdi.
Son yıllarında en çok istediği şey, 2006 yılında ülkesinde düzenlenecek Dünya Kupası’nı görebilmekti ancak aşık olduğu eşinin ölümünden yalnızca altı ay sonra, 17 Haziran 2002 yılında hayata gözlerini yumdu. 1942 yılında Macaristan’ı yendikleri bir maç ve ortaya koyduğu futbol, ilerleyen yıllarda bir Macar subayın vasıtasıyla hayatını kurtarmış ve bu sayede esir kampından kurtularak 1954 yılında yine Macarlar karşısında ülkesinin tarihindeki ilk Dünya Kupası’nı kaldırma başarısını göstermişti.Bu denli bir olay bir daha yaşanır mı bilinmez ancak kesin olan şu ki üstünden ne kadar zaman geçerse geçsin bu hikaye her zaman hatırlanmaya ve dilden dile anlatılmaya devam edecek.
3 – MARACANA’DA YIKIM
Tarihin belki de en kanlı savaşı olan II. Dünya Savaşı 40 yılların ortasında sona ermiş ve dünya yavaş yavaş yaralarını sarmaya başlamıştı. Özellikle Avrupa devletleri büyük zarar gördüğü savaş sonrası yorgun ve bunalmış vaziyetteydi. 1942 Dünya Kupası savaşın en çetin dönemlerine denk geldiği için yapılamamış, 1946 yılında ise savaşın etkileri atlatılmaya çalışıldığından turnuva organize edilememişti. Ancak yine 1946 yılında FIFA Lüksemburg’da toplanarak turnuvanın geleceğini değerlendirmiş ve savaşa katılmayıp önceki üç Dünya Kupası’nda mücadele etmiş olan Brezilya’nın 1950 yılında bu kupayı organize etmesine karar vermişti.
16 takımla oynanması planlanan kupa Türkiye ve Hindistan’ın maddi imkansızlıklar sebebiyle (Hindistan’ın, futbolcuların çıplak ayakla oynama talebinin FIFA tarafından reddedilmesi sebebiyle turnuvaya katılmadığı da söylenir) çekilmesi ve İskoçya’nın da son anda turnuvaya katılmayacağını açıklamasıyla 13 takım ile oynanmak durumunda kalmıştır. İki tane dörder takımlı, bir tane üç takımlı ve bir tane de iki takımlı dört grupta oynanan ilk tur maçları sonucu kendi gruplarını lider tamamlayan ev sahibi Brezilya, Uruguay, İsveç ve İspanya final grubuna kalır.
İlk Dünya Kupası’nı kazandıktan sonra bir daha turnuvaya katılmayan Uruguay Oscar Miguez, Alcides Ghiggia ve Juan Alberto Schiaffino önderliğinde İspanya berabere kalıp İsveç’i yenerek şampiyonluk ihtimalini son maça taşır. Ev sahibi Brezilya ise ilk büyük yıldız oyuncusu Leonidas sonrası yeni taşıyıcısı Ademir önderliğinde İsveç’i 7-1, İspanya’yı ise 6-1 mağlup ederek son maç öncesi şampiyonluğun mutlak favorisi olur. Rio’daki meşhur Maracana Stadı’nda finali 174.000 biletli seyirci takip edecektir ancak o günün tanıklarına göre statta yaklaşık 200.000 kişi bulunmaktadır.
(Bu rakam tarihte bir statta izlenen en kalabalık maç ünvanını halen korumakta.)
Maça beraberliğin de yetecek olduğunu bilerek daha güvenli başlayan Brezilya 47. dakikada sağ taraftan ceza sahasına giren Fraiça’nın uzak köşeye yaptığı düzgün vuruşla 1-0 öne geçer. Maracana Rio Karnavalı’nı erken kutlamaya başlamıştır. Ancak maç henüz bitmemiştir, sağ kanattan gelen ortaya Schiaffino çok sert ve düzgün vurarak skora dengeyi getirir. Skor hala yetmektedir Brezilya’ya ve yaklaşık 10 dakika gol yemedikleri takdirde kupa ellerinde yükselecektir. Ancak 79. dakikada yine sağ kanattan süratle ceza sahasına giren Ghiggia kaleci Barbosa’nın kapattığı köşeden topu ağlarla buluştur. Maracana bir anda buz kesmiştir. Kalan dakikalarda ev sahibi ekip aradığı golü bulamaz ve Uruguay katıldığı ikinci kupada ikinci zaferine ulaşır. Bu maç sonrası Brezilya’ da birçok kişi intihar eder, kaleci Barbosa suçlu bulunarak hain ilan edilir ve toplumdan adeta dışlanır. Bu zafer Uruguay’ın kazandığı son Dünya Kupası olurken Brezilya toparlanarak 1958 – 1970 yılları arası oynanan dört kupanın üçünü evine götürür.
16 Temmuz 1950 yılında kupayı getiren o tarihi golü atan Alcides Ghiggia yıllar sonra tarihe geçecek şu sözü söyler:
“Şimdiye kadar Maracana’yı sadece üç kişi susturdu. Papa, Frank Sinatra ve ben.”
4- TÜRKİYE, DÜNYA KUPASINA İLK KEZ NASIL KATILDI?
Yakın geçmişimizde ülke olarak en coşkulu duyguları yaşadığımız zamanlardan biriydi sanırım 2002 yılı. Güney Kore ve Japonya’ da düzenlenen kupaya play off maçında Avusturya’yı eleyerek katılan millilerimiz Brezilya, Kosta Rika ve Çin’ in bulunduğu gruptan ikinci olarak çıkıyordu. Son on altıda ev sahiplerinden Japonya’yı, çeyrek finalde Senegal’i eleyen ay yıldızlılar yarı finalde turnuvanın şampiyonu Brezilya’ya kaybetmiş ancak Güney Kore’yi yenerek turnuvayı üçüncü tamamlamıştı. Ülkede bayram havası yaşanan o günler sonrası bir kez daha katılamadık maalesef bu büyük organizasyona. Ancak 2002 milli takımın ilk Dünya Kupası değildi. Bunun için yaklaşık 50 sene öncesine gitmek gerek..
1950’li yıllarda güçlü bir kadrosu vardı Türkiye’nin. Lefter Küçükandonyadis, Bület Eken, Gürbüz Kılıç gibi efsaneler ile 20 Kasım 1949 tarihinde Dünya Kupası elemelerinde Suriye ile karşılaşıyordu Milliler. Ankara 19 Mayıs Stadı’nda oynan müsabaka 7-0 üstünlüğümüzle tamamlanıyordu. Suriye rövanş maçına çıkmayınca sonraki turda Avusturya’nın rakibi olmuştu Türkiye. Avusturya’nın müsabakadan çekilmesi ile tarihimizde ilk kez Dünya Kupasına katılma hakkı elde ediyorduk. Ancak savaş sonrası Avrupa’ da ki ekonomik zorluklar ülkemizi de etkilemekteydi ve bu sebeple Milliler turnuvaya katılamadı.
Bundan yaklaşık 4 yıl sonra 1954 Dünya Kupası elemeleri için İspanya ile karşı karşıya gelen Milli takım ilk maçı 4-1 kaybetmiş ancak 14 martta Mithatpaşa Stadı’nda oynan rövanş maçında rakibini Burhan Sargun’nun golü ile 1-0 mağlup etmeyi başarmıştır. Deplasman golü uygulaması olmadığından üçüncü bir maç, 17 Mart günü Roma Olimpiyat Stadı’nda oynanmıştır. Bu maç da 2-2’lik skor ile berabere tamamlanmış ve Dünya Kupası’na katılacak takımın hakem kararı ile yazı tura atışı vasıtası ile belirleneceği kararlaştırılmıştır. O anda Milli Takım kaptanı olan Turgay Şeren, sahanın kenarında bekleyen Franco isminde bir çocuğu çağırmış ve onun söylediği tarafı seçerek para atışını ülkemizin kazanmasını sağlamıştır. Böylece Ay Yıldızlılar 1954 Dünya Kupası’nda ilk defa ülkemizi temsil etme şansı bulmuştur.
İsviçre’ de düzenlenen turnuvada dönemin en iyi takımlarından Macaristan ve Batı Almanya ile daha zayıf bir ekip olan Güney Kore ile aynı grupta mücadele eden millilerimiz ilk maçında Batı Almanya’ya 4-1 mağlup olmuş ancak Güney Kore’yi 7-1 ile geçerek 2 puanı hanesine yazdırmıştı. Gruplarda iki maç oynandığı bu turnuvada, ilk maçta milli takımı geçen Batı Almanya ikinci maçında Macarlara 8-3 kaybetmiş ve 2 puanda kalmıştı. İkişer maçta alınan birer galibiyet ile 2 puanda olan Türkiye ve Batı Almanya play-off maçında karşı karşıya gelmiş ve 23 Haziran 1954 tarihindeki bu maçı 7-2 kazanan Fritz Walter önderliğindeki Batı Almanya olmuştur. Sonrasında Batı Almanya bu turnuvada ilk Dünya Kupasını kazanırken Milli Takımımızda 2002 yılına kadar sürecek uzun bir fetret devri başlamıştır.
5 – FUTBOL İLK KEZ ANAVATANINDA
Futbolun icadı konusunda farklı fikirler olmasına rağmen bilinen en net şey tarihin ilk futbol takımının İngiliz ekibi Sheffield F.C olduğu. İlk kuralların da burada uygulanmaya başladığı düşünüldüğünde İngilizlerin bu hususta biraz kibirli olmalarına şaşmamak lazım.
Kendilerini futbolun mucidi olarak gören İngilizler bu sebeple 1930 yılında düzenlenmeye başlayan Dünya Kupası organizasyonun ilk üç turnuvasına katılmamış, sonra da savaş yıllarının araya girmesi sebebiyle 1950’ye kadar herhangi bir turnuvada boy göstermemişti. Takip eden yıllarda FIFA’ dan daha eski bir tarihe sahip olan İngiltere Futbol Federasyonu (F.A.) dünya futbolunda kendi kanıtlama ihtiyacı hissetmiş olacak ki 1950 yılında Brezilya’da düzenlenen ilk Dünya Kupası’na katılma kararı alır. Katıldığı ilk kupada amatör İngiliz futbolculardan oluşan kadrosu ile A.B.D’ ye kaybeden İngiltere Milli Takım’ı sonra ki üç turnuvada da yarı final bile göremeden adaya geri dönmek durumunda kalmıştı.
Söz konusu turnuva öncesinde -1958 yılında- dönemin güçlü ekiplerinden Manchester United takımı, Kızılyıldız ile oynanan çeyrek final maçından dönerken uçak kazası yaşamış, başta Duncan Edwards olmak üzere birçok yetenekli İngiliz futbolcu hayatını kaybetmişti. İlerleyen yıllarda ise o kazadan sağ kurtulan Bobby Charlton ligi ve Avrupa’yı domine etmiş ve 1966 yılındaki turnuvaya takımın en büyük umudu olarak gelmişti.
Zaman dünyanın en iyisi olduğunu kanıtlama zamanıydı ve İngilizlerin kendilerine güvenmek için gerçekten yeterli sebebi vardı. Kalede Gordon Banks, defasta kaptan Bobby Moore, orta sahada Nobby Stiles, Charlton, Alan Ball ve ilerde Geoffrey Hurst ile Roger Hunt ikilisi göz alıcı bir yapı oluşturuyordu. Aslında İngiltere tarihinin en golcü oyuncusu olan Jimmy Greaves sakatlığından dolayı oynayamayacaktı ancak bu durum teknik direktör Alf Ramsey’ in işine gelmişti doğrusu. 4-4-2 sisteminin mucidi olan başarılı hoca Hunt ve Hurst ikilisi ile sistemine daha çok uyan bir forvet hattı yaratmış, Greaves’in sakat olması sebebiyle onun olmamasından dolayı oluşacak spekülasyonlardan kurtulmuştu.
Turnuvaya Uruguay beraberliği ile başlayan İngiltere, Fransa ve Meksika’yı 2-0 la geçerek çeyrek finale adını yazdırmıştı. Çeyrek finalde Arjantin’i geçen ev sahibi ekip, yarı finalde Eusebio’lu Portekiz’i mağlup ederek tarihinde ilk kez Dünya Kupası finaline kalmıştı. Finalde ise rakip güçlü Batı Almanya’ydı ve Panzerler maça hızlı başlayarak 12.dakikada Helmut Haller ile öne geçmişti. Toparlanan İngilizlerin yanıtı gecikmemiş ve önce 18′ de Hurst ile eşitliği yakalamış ardından 78′ de Peters ile kupanın bir ucundan tutmuştu. Normal sürenin son dakikasında Wolfgang Weber ile gelen Batı Almanya golü maçı uzatmalara taşımıştı. Uzatmaların 101. dakikasında ise futbol tarihinin uzak ara en tartışmalı pozisyonu yaşanıyordu. Sağ kanattan gelen ortayı penaltı noktası civarında kontrol eden Geoff Hurst sert bir vuruş yapmış, kaleciyi geçen top üst direğe çarptıktan sonra yere değmiş ve oyun alanına dönmüştü. İngiliz futbolcular sevinirken Almanlar Azeri hakem Tevfik Bakhramov’a itiraz etmiş ancak hakemin kararı santra noktasını göstermek olmuştu. Söz konusu golle öne geçen İngiltere maçın son dakikasında Hurst ile bir gol daha bulmuş ve tarihindeki ilk ve tek Dünya Kupası zaferine ulaşmıştı. Hurst turnuvada hem gol kralı olmuş hem de bir Dünya Kupası finalinde hattrick yapan ilk ve tek futbolcu olmuştu. 101. dakikada kaydettiği gol ise 50 yıla yakın bir süre tartışılmış ve yakın geçmişte Almanlar pozisyonun gerçekten de gol olmadığını modern teknolojiler ile kanıtlamışlardı.
1966 Dünya Kupası’nı farklı yapan birçok sebep var. Bunlardan ilki yukarıda bahsettiğimiz pozisyon. Kader bu ya, bu pozisyonun benzeri 2010 Dünya Kupası’nda gerçekleşmişti. Çeyrek Final öncesi bu iki takım yine karşı karşıya gelmiş ve maç 2-1 Almanya lehine sürerken 37. dakikada Frank Lampard’ın vuruşunda top yine üst direğe çarpmış ve bu kez bariz şekilde çizgiyi geçmesine rağmen hakemler Almanya lehine karar vermişti. Bu pozisyon sonrası rakibini 4-1 ile geçen Panzerler belki de intikamlarını 44 yıl sonra alıyordu.
Turnuva ile ilgili dikkat çeken ayrıntılardan bir diğeri kupaya özgü maskotların kullanılmaya başlanıldığı ilk organizasyon olmasıydı. Bunun yanı sıra organizasyon sonrası yaşanan olay ise en az Hurst’ün pozisyonu kadar tartışılmaya devam etti.
Turnuva galibine verilen ve geçici olarak İngiltere’de ki bir müzede sergilenmekte olan Jules Rimet Kupası, sergilendiği müzeden çalınmıştı. Scottland Yard başta olmak üzere tüm İngiltere teyakkuza geçmiş ancak kupa, günler sonra Londra’nın güneyinde bir parkta, Pickles isminde bir köpek tarafından bulunmuştu. Her ne kadar ilerleyen yıllarda kupa Brezilya’da kalıcı olarak tekrardan kayıplara karışsa da bu olay sonucu Pickles ve sahibi ödüllendirilirken İngiliz Futbol Federasyonu da derin bir nefes almıştı.
*** YAZININ KALAN BÖLÜMÜ ÖNÜMÜZDEKİ GÜNLERDE SİZLERLE***