Rusya’nın ev sahipliğinde düzenlenen 2018 Dünya Kupası 14 Haziran‘da başladı. Bugün ülkemiz saati ile 18.00’de Fransa ve Hırvatistan en büyük kupayı kazanabilmek için karşı karşıya gelecek. Kupa tarihinin unutulmaz hikayelerini paylaştığımız yazımızın ilk bölümü kupa öncesinde sizlerleydi. Benim gibi final maçını beklerken sabırsızlanıyorsanız, sizleri kupa tarihinde başarı, özlem, acı ve daha nice duyguları içinde barındıran “Dünya Kupası’ndan Hikayeler” yazımızın ikinci bölümüne davet ediyorum.
6 – TOTAL FUTBOLUN DOĞUŞU
Hollanda 1970’li yıllara kadar futbolda pek de söz sahibi bir ülke değildi. Milli takımlar düzeyinde Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonası’nda tek bir finali dahi yoktu. Bunun yanında kulüpler bazında da Şampiyonlar Ligi finallerinde de tek bir Hollanda takımı bulunmuyordu o dönemlerde. Bunu durumun değişmesi tek bir sebebe bağlanamaz ancak en büyük pay sahibinin Rinus Michels olduğu yadsınamaz bir gerçek.
1950’li yıllarda Ajax formasıyla top koşturan Michels, 1965 yılında Ajax’ın başına geçmişti. Takımda değişim rüzgarları esmiş ve Ajax 1969 yılında ilk kez Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde final görmüştü. İlerleyen dönemde ise 1970 – 1973 yılları arası tam dört sezon ipi göğüsleyen Hollanda temsilcileriydi. (Ajax 3, Feyenoord 1)
İşte böyle bir rüzgarla geliyordu Portakallar 1974 Dünya Kupası’na. Michels’in son derece sıkı bir şekilde çalıştırdığı Hollanda Milli Takımı’nın en büyük yıldızları Johan Cruyff, Johan Neeskens ve Piet Keizer’di. 1938 yılından sonra ilk kez Dünya Kupası’na katılan Hollanda o dönemler Cruyff önderliğinde ve Michels yönetiminde çok farklı bir futbol oynuyordu. O döneme kadarki futbol genel olarak savunmacıların savunma yaptığı, hücumcuların hücum yaptığı yani blokların görevlerinin kesin bir şekilde birbirinden ayrıştığı bir yapıdaydı.
Michels ve öğrencileri 1974 yılında Batı Almanya’da düzenlenen Dünya Kupası’nda bilinen tüm bu algıları değiştirmeyi başarmıştı.
İsveç, Bulgaristan ve Uruguay’ın bulunduğu ilk gruplardan 2 galibiyet ve 1 beraberlikle lider çıkan Portakalları ikinci tur gruplarında ise daha zorlu eşleşmeler bekliyordu. Ancak hız kesmeye niyeti olmayan Hollanda önce Arjantin’i, sonra Doğu Almanya’yı ve son olarak Brezilya’yı yenerek 2.tur gruplarını lider tamamlamış ve finale adını yazdırmıştı. Finalde rakip ev sahibi Batı Almanya’ydı ve maça hızlı başlayan Hollanda henüz ikinci dakikada Neeskens‘in penaltıdan bulduğu golle öne geçmişti. Ev sahibinin yanıtı gecikmemiş ve Paul Breitner’in penaltı golü ile skora denge gelmişti. Dakikalar 43’ü gösterdiğinde ise futbol tarihinin gördüğü en iyi golcülerden biri olan Gerd Müller Batı Almanya’yı öne geçirmiş ve ikinci devreden gol sesi gelmeyince ev sahibi ekip kupaya uzanmıştı.
İlk kez yükseldiği finalde kaybeden taraf olsa da Hollanda büyük bir etki yaratmıştı oynadığı futbolla. Michels’in öğrencileri sahada mümkün olduğunca alan değiştiriyor, toplu hücum ve toplu savunma prensibiyle rakiplerine üstünlük kuruyordu. Havadan uzun toplarla oynan dönemin futboluna karşı Michels takımının yerden kısa paslarla oynamasını, beklerin daha fazla hücuma katılmasını ve defans çizgisinin daha ilerde kurulmasını istiyordu. Bu konuda kat ettikleri gelişme ise o dönem için oldukça göz alıcıydı.
Michels’in futbola getirdikleri bu yenilikler görev yaptığı Ajax ve Barcelona’da da etkisini gösterirken Hollanda bir sonraki Dünya Kupası olan 1978 Arjantin’e Ernst Happel yönetiminde katılıyordu. Happel özellikle Hollanda Ligi takımları ile önemli başarılar elde etmişti ve Hollanda Milli Takımı yine güçlü bir kadro ile geliyordu ancak tarihin belki de en iyi futbolcularından olan Johan Cruyff 78’de Arjantin’e gelmeyi reddetmişti. Sebebi ise o dönemde Arjantin’de gerçekleşen darbe ve Cruyff’un bunu protesto etmesiydi. Yıllar sonra tehdit edildiği için katılmadığını açıklasa da gerçek olan tek şey takımın yanında olamayacağıydı.
Maçın kırılma anı ise 89. dakikada yaşanmış ve Rob Rensenbrink’in kaleci ile karşı karşıya kaldığı pozisyonda yaptığı vuruş direkten dönmüştü. Uzatmalara giden maçta ev sahibi Kempes ile yeniden öne geçmiş, Daniel Bertoni’ni ise kupayı resmen Arjantin’e getirmişti. Portakallar ikinci kez üst üste finale yükselmesine rağmen finalde yine ev sahibine boyun eğmişti.
1970’li yıllar Hollanda futbolu için devrim niteliğindeydi. Belki iki Dünya Kupası üst üste kaybedilmişti ancak oynanan futbol sadece Turunculara dünya futbolunda yer edinmelerini sağlamamıştı. O dönem oynan futbol bütün dünyayı etkisi altına almış ve günümüzün modern futboluna doğru önemli bir sıçrayış gerçekleştirilmişti. Futbolun bir çok temel direği yine Michels ve başta Cruyff olmak üzere Hollanda ile yıkılmış, yerlerine günümüz futbolunun temelleri inşa edilmeye başlanmıştı. 74’de Batı Almanya’yı yenebilirlerdi, 78’de Cruyff olsa kupaya ulaşma ihtimalleri fazlaydı hatta Rensenbrink’in topu direğe çarptıktan sonra filelerle buluşsa çok büyük ihtimalle dünya şampiyonu olacaklardı. Ama bunların hepsi unutmamız gereken şeyler. Çünkü onların o dönemde yaptıkları şeyler bütün bir oyunu değiştirdi. Hatırlamamız gereken tek şey de bu.
7 – KUPANIN KARANLIK YANI
Dünya Kupası’nın tarihinde birçok hikayeyi ihtiva ettiğini bütün yazı boyunca anlattık. Ancak bu hikayelerin tamamı ilham veren kahramanlık hikayelerinden oluşmuyor. Bu noktada kupanın karanlık yanlarına da göz atmakta fayda var.
Kupanın ilk yılları, isimleri dünya tarihine kanla yazılmış diktatörlerin hüküm sürdüğü yıllara denk geliyordu. Bunun en başında ise Mussolini’nin etkisi altında oynanan 1934 Dünya Kupası: İtalya gelmekte. O dönemleri dünyada hakim olan paradigmalarla düşündüğümüzde yaşanan karanlık olaylar çok da beklenmedik değil.
Fakat kupa tarihinin nispeten daha yakın yıllarında da hatırlamak istenmeyen olaylar var..
Askeri darbeler 1.Dünya Savaşı sonrasından 1980’li yıllara kadar Güney Amerika ülkelerinde sık rastlanan felaketlerdendi. Bunun özelinde 1930 – 1976 yılları arasında bir Güney Amerika ülkesi olan Arjantin’ de ortalama 8 yılda bir askeri darbe yaşanmaktaydı. 1976 yılında eski devlet başkanı Juan Peron’un karısı Isabel Peron’un devrildiği askeri darbe bunların en kanlılarındandı. Ülke 1976 – 1983 yılları arasında general Jorge Videla’nın başını çektiği askeri yönetimle yönetilir.
bu sürece Ulusal Yeniden Düzenleme süreci anlamına gelen El Proceso de Reorganización Nacional adı verilmektedir.
FIFA ülkede yaşanan bu karışıklıklara rağmen 1978 Dünya Kupası’nın Arjantin’de düzenlenmesi kararından geri adım atmaz. Cunta bu organizasyonu kendi rejimlerini meşrulaştırmak, muhalifler ise ülkede yaşanan kanlı savaşı tüm dünyaya duyurmak için kullanmak ister. Bu olayların gölgesinde başlayacak olan 1978 Dünya Kupası öncesi ilk bomba patlar: Bir önceki turnuvanın finalistlerinden Hollanda’nın en iyi oyuncusu Johan Cruyff ülkede yaşanan karanlık olayları protesto etmek amacıyla turnuvaya katılmayacaktır.
Turnuva 4’er takımlı 4 grupta mücadele eden 16 takımla başlar. Gruplarını ilk iki sırada tamamlayan toplam 8 takım, yine dörder takımdan oluşan iki grupta, ikinci tur gruplarında mücadele etmeye hak kazanır. Her iki grubu birinci tamamlayan takımlar ise finalde karşı karşıya gelecektir. 2.Tur A grubunda mücadele eden son turnuvanın ikincisi Hollanda, Cruyff’tan yoksun olmasına rağmen yine finale ulaşır.
Diğer grupta ise finale çıkmak için ev sahibi Arjantin ve ezeli rakibi Brezilya arasında kıyasıya bir rekabet yaşanmaktadır. Finalist son maçlarla belli olacaktır. Günümüzde birbirini etkileme ihtimali bulunan maçların aynı saatte oynanması uygulaması o dönemde yoktur ve Brezilya ev sahibinden yaklaşık iki buçuk saat önce Polonya karşısına çıkar ve 3 – 1 kazanarak rakibinin maçını beklemeye başlar. Arjantin’in avantajı ise daha geç saatte oynayacağı için gol averajını hesaplama şansına sahip olmasıdır. Bu durumda Arjantin’in +5 averajı bulunan Brezilya’yı geçip finale çıkması için Peru’yu 4 farkla yenmesi gerekmektedir.
Bunun bilincinde sahaya çıkan Kempes önderliğindeki Arjantin rakibini sahadan silerek maçı 6 – 0 kazanır ve finale adını yazdırır. Sonrasında ise önceki finalist Hollanda’yı finalde Kempes (2) ve Bertoni’nin golleri ile 3 – 1 yenen Arjantin tarihinde ilk kez dünya şampiyonu olur. Ancak 21 Haziran 1978 tarihinde oynanan Arjantin – Peru maçı tarih boyunca yaşanan şampiyonluktan daha fazla konuşulur. Bu olayla ilgili tartışılan ilk şey Brezilya’nın maç saatinin sonradan değiştirilerek Arjantin’ den önce oynamasının sağlanmasıdır.
Böylece Arjantin sahaya hangi skorla kazanırsa tur atlayacağını bilmenin avantajı ile çıkar. Arjantinli futbolcuların doping yaptığı ve maç sonrası doping testlerine farklı kişilerin idrar örneklerinin gönderilmesi iddiası hiçbir zaman tam olarak kanıtlamasa da daha somut deliller yıllar sonra ortaya çıkar. Önce Johann Cruyff kupaya katılmama sebebinin “Cunta tarafından tehdit edilmesi” olduğunu açıklar. Sonrasında ise dönemin Peru Milli Takımı oyuncusu Jose Velazquez söz konusu maç öncesi 6 takım arkadaşının şikeye karıştığını itiraf eder. Bunun yanında o dönem ki cuntanın lideri Videla’nın, maç öncesi Arjantin’e boyun eğmelerine karşılık Peru Hükümeti’ne silah ve tarım ürünü yardımı yaptığı tarih sayfalarında kendine yer edinir.
***
Afrika takımlarının Dünya Kupası’nda ses getirmeleri hayli zaman almıştı. İspanya’da düzenlenen 1982 Dünya Kupası’nda Cezayir; Batı Almanya, Avusturya ve Şili’nin bulunduğu grupların ilk maçında Batı Almanya’yı 2 – 1 mağlup ederek yükselişin ilk adımını atıyordu. Sonraki maçında Avusturya’ya 2 – 0 mağlup olan Cezayir’in gruplardan çıkma şansını son maça kalmıştı. Avusturya, Cezayir ve Şili’yi geçerek 4 puanla grup lideriydi.
Batı Almanya ve Cezayir birer galibiyetle 2’şer puan toplayarak son maçlara geliyordu. Derken futbolun karanlık yüzü bir kez daha kendisini gösterdi. Gruptan çıkacak takımları belirleyecek olan son maçlar, 21 Haziran 1978 yılında oynanan Arjantin – Peru maçının saatlerinde yapılan değişikliği hatırlatacak şekilde ayarlanmıştı. Öncelikli olarak Cezayir 24 Haziran tarihinde sahaya çıkıyor ve rakibi Şili’yi 3 – 2 mağlup ederek 4 puana ulaşıyordu. Ancak Batı Almanya’nın gruptan çıkması için kazanmaktan başka çaresi yoktu. Aynı dili konuşan ve tarih boyunca süregelen ortak mirasları bulunan iki ülke olan Batı Almanya ve Avusturya’nın birlikte gruplardan çıkmaları için ise Batı Almanya’nın bir gol farkla Avusturya’yı yenmesi gerekiyordu. Cezayir maçından bir gün sonra oynanan müsabakada Batı Almanya 10. dakikada Hrubesch’in golüyle 1 – 0 öne geçmiş ve maç fiili olarak orada tamamlanmıştı. Kalan 80 dakika boyuncu iki takım oyuncuları da gol atmayı düşünmemiş, sahada mücadele etmeyerek deyim yerindeyse elele üst tura yükselmişlerdi. Maç boyunca İspanyol seyirciler yoğun protestolarda bulunmuş, iki takımın bu tutumlarını sahaya kağıt paralar atarak kınamışlardı.
Bunun yanında maçların anlatımını yapan hem Batı Almanyalı hem de Avusturyalı spikerler yaşanan utanç tablosunu izleyenlerine açıkça anlatmışlardı. Maçtan sonra Batı Almanya kalecisi Toni Schumacher hiç yorulmadığını ve maç sonunda duş almaya bile gerek kalmadığını ifade ederken karşılaşacağı tepkileri düşünmemişti muhtemelen.
Bu maçtan sonra gruplardan çıkan Avusturya bir üst turda elenmiş, Batı Almanya ise finale kadar yürüse de finalde Paolo Rossi ve İtalya’ ya boyun eğmişti.
Dönemin futbolcuları uzun bir süre yaşanan bu olaylar karşısında sessiz kalsa da Alman Hans Peter Briegel’in yıllar sonra söylediği sözler sahada yaşanan tiyatronun kısa bir özeti gibiydi:
“Çok stresli bir maç olacağını düşünüyorduk. Ancak 10. dakika da öne geçtikten sonra sahada futbol yoktu”
***
Elbette kupanın karanlık hikayeleri bunlarla sınırlı değil. Ancak 21 Haziran 1978 ve 25 Haziran 1982 tarihlerinde yaşanan bu olaylar kupa tarihinde önemli bir dönüm noktası oluşturuyor. Söz konusu maçların farklı saatlerde oynanmasıyla takımların “ayarlama yapma” fırsatı elde etmelerinin önüne geçmek amacıyla FIFA, gruplarda oynanan son maçların aynı saatte başlamalarını kural haline getirdi. Bu uygulama tek başına şike ihtimalini ortadan kaldırmamakla beraber bu durumları azaltılması anlamında elzemdi. Şurası kesin ki 1978’i muhteşem Hollanda ya da Kempes ile, 1982’yi Paolo Rossi ile hatırlamak son derece kolay. Ancak günümüzde ve gelecekte kupanın karanlık yanının yeniden kendini göstermemesi için bu iki maçta yaşananları akıllardan çıkarmamak gerek.
8 – TANRI’ NIN ELİ
“un poco con la cabeza de Maradona y otro poco con la mano de Dios“
Falkland ve Güney Georgia Adaları’nın egemenliği hususunda yaşanan anlaşmazlıklar uzun yıllar boyunca İngiltere ile Arjantin arasında gerilime neden olmuştu. 2 Nisan 1982 tarihinde Arjantin’in söz konusu adaları işgal etmesiyle yaşanan gerilim savaşa dönmüş ve kısa bir süre sonra da İngiliz zaferiyle son bulmuştu. Aslında iki ülke arasında yaşanan gerilim sadece bundan ibaret değildi. 1966 yılında İngiltere’de düzenlenen Dünya Kupası’nda iki ülke milli takımları çeyrek finallerde karşı karşıya gelmişti. Son derece sert bir mücadeleye sahne olan karşılaşmanın ilk yarısında Alman hakem Rudolf Kreitlin Arjantin Milli Takımı kaptanı Antonio Rattin’i oyundan attı.
Uzun bir süre oyundan çıkmayı reddeden Rattin razı olup oyundan çıktıktan sonra sahada deyim yerindeyse tekmeler havada uçuştu. Futbola hiçbir şekilde benzemeyen yeşil sahadaki bu savaş 77. dakikada Geoff Hurst’ ün attığı golle İngiltere lehine tamamlanmış ve Güney Amerika temsilcisi eve dönmek zorunda kalmıştı. Maçtan sonra efsanevi İngiliz menajer Alf Ramsey Arjantinli oyunculara tepki olarak öğrencilerinin rakipleriyle forma değiştirmesini engellemişti. Sonrasında ise Güney Amerikalılar için kullandığı “Hayvanlar” kelimesi ise sadece tansiyonu daha fazla yükseltmişti.
22 Haziran 1986′ da ise iki ülke yine Dünya Kupası Çeyrek Finalleri’ nde, Meksika’ da bulunan ünlü Aztec Stadyumu’ nda karşı karşıya gelmişlerdi. Maç öncesi tansiyon yine çok yüksekti ve Mexico City sokakları savaş alanına dönmüştü. Maç başladığında ise 118.580 biletli seyirci ile televizyondan turnuvayı takip eden milyonlarca seyirci tarihi bir ana tanıklık edeceklerinden habersizlerdi. Burruchaga, Valdano ve Muhteşem Maradonalı Arjantin, Peter Beardsley ve Gary Linekerli İngiltere karşısında daha üstün bir ilk yarı çıkarsa da 50 dakika tamamlandığında henüz gol sesi duyulmamıştı.
Dakika 51..
Maradona orta yuvarlağın solunda topla buluştu, Glenn Hoddle’ı ekarte edip ceza sahasına doğru ilerlemeye başladı. 5 – 6 oyuncu ile merkezi kapamıştı İngiltere ve Maradona ayağının dış ucuyla topu sağ tarafta bulunan Valdano’ya gönderdi. Real Madridli yıldız topu iyi kontrol edemedi ve İngiliz sol bek Steve Hodge yükselen topu uzaklaştırma şansı yakaladı ancak yaptığı ters vuruş topu penaltı noktası üzerine doğru havalandırdı. Ellerini kullanma avantajı da bulunan 1,83’lük kaleci Peter Schilton kalesini terketmekte bir saniye gecikti ve 1,65’lik Diego Armando Maradona yükselerek kafasının üzerine kadar kaldırdığı sol eliyle topu ağlara gönderdi. Golden sonra İngiliz futbolcular soluğu Tunuslu hakem Ali Bin Nasser’in yanında alırken Maradona sevinmeye başlamıştı. Arjantinli oyuncular hakemin gol kararı vermesini beklemiyorlardı, öyle ki birkaç saniye boyunca sevinmemişlerdi. Maradona yıllar sonrasında o an için “Golden sonra takım arkadaşlarımın bana doğru gelmesini bekliyordum ancak hiçbiri gelmedi. Ben de onlara bana doğru koşun ve sarılın yoksa hakem golü iptal edecek dedim” diye anlatıyordu. Bu tartışmalı golden birkaç dakika sonra Maradona bu kez kendi yarı sahasında topla buluşmuş daha sonra dünya kupalarında atılmış en güzel gol seçilecek o muhteşem golü atmıştı.
Peş peşe beş İngiliz futbolcuyu geçerek ceza sahasına girmiş ve kaleci Schilton’u çalımlayarak topu ağlara göndermişti.
82. dakikada İngiltere’ nin Lineker ile bulduğu gol sadece skoru belirlemiş ve Arjantin ezeli rakibini mağlup ederek yarı finale adını yazdırmıştı.
***Yüzyılın en güzel golü olarak seçilen bu golü Arjantinli spiker Victor Hugo Morales’in anlatımıyla dinlemeniz önemle rica olunur 🙂 ***
İntikam alınmıştı. Ya da en azından Arjantinliler öyle düşünüyordu. Maradona maçtan sonra bu zaferi “bir takımı yenmek değil, bir ülkeyi yenmek” diye tanımlıyordu. “Maçtan önce bunun Malvinas Savaşı ile ilgisi olmadığını söylemiş olsak da orada çok sayıda Arjantinli çocuğu öldürdüklerini, küçük kuşlar gibi öldürdüklerini biliyorduk. Ve bu da intikamdı.”
Arjantinliler intikam aldıklarını düşünedursun, İngilizler hakemin ilk golü iptal etmemesine öfkeliler. Ezeli rakiplerine kaybetmek zaten moral bozucu ancak nizami olmayan bir golle kaybetmek daha da sinir bozucu. Esasında futbol tarihine baktığımızda kural ihlaliyle atılan ilk gol değildi bu. Gayri nizami şekillerde atılmış nice goller vardı ancak yıllar geçtikçe birçoğu tarihin tozlu sayfalarına hapsolmuştu. Bu golü özel kılan ve 32 yıl sonra bugün bile herkes tarafından ezbere bilinmesine neden olan şey ise Diego Armando Maradona’ nın maçın hemen sonrasında kendisine sorulan soruya verdiği cevapta gizliydi:
“Diego, ilk golü gerçekten kafayla mı attın?”
“Biraz Maradona’nın kafası, biraz da Tanrı’nın eli“
9 – İKİ ESCOBAR
Uzun yıllar siyasi krizler ve toplumsal sorunlarla ciddi şekilde boğuşan Güney Amerika ülkeleri arasında Kolombiya’ nın her zaman farklı bir yeri var. Geçmişte bir İspanyol sömürgesi olan Kolombiya bunun yanında 1886 yılında ilk kez anayasa yapmasıyla kıtadaki diğer ülkelerden ayrılıyor. Ancak görece eski bir tarihte kendi anayasasını oluşturması ülkedeki tüm sorunları çözmedi elbette. 1974 yılındaki petrol krizinin ülkenin ihracatına büyük bir darbe indirmesi ve yaşanan iç karışıklıklar ile halk gitgide daha da fakirleşti. Tüm bu sebepler ülkede bir otorite eksiliğine yol açmıştı. 80′ lere gelirken yaşanan bu otorite eksikliği ve yoksullukla Kolombiya’ da meşhur koka bitkisi üretimi artmaya başladı. Özellikle bu bitkinin üretiminin artmasının da bazı sebepleri vardı tabii. Öncelikli olarak koka bitkisi ve yaprağı pahalı bir uyuşturucu madde olan kokainin hammaddesini oluşturuyordu. Bununla birlikte ülkenin coğrafi yapısı koka üretimi için son derece uygundu. Ayrıca koka üretiminde çalışan yoksul çiftçileri memnun etmenin önemli bir yoluydu koka çünkü bu meyvenin yapraklarının çalışan işçiler tarafından çiğnenmesi, bitkinin uyuşturucu etkisinden dolayı açlık, susuzluk, yorgunluk ve kaygı gibi hislerin önemli derecede azalmasına sebep oluyordu.
Ülkede yaşanan otorite eksiliğinden faydalanan kişiler kokain üretimi ve ticareti ile önemli güç elde etmeye başlamıştı. Kolombiya ve uyuşturucu dendiğinde akla ilk gelen kişi tabi ki Pablo Escobar. Son yıllarda şöhreti dünyanın her yerine ulaşmış olan ünlü uyuşturucu baronu El Patrόn, 1949 yılında başkent Bogota’ nın kuzey batısında yer alan Rionegro’ da dünyaya geldi. Çocukluğundan itibaren yasadışı işlerle uğraşan Pablo 1970′ li yıllarda uyuşturucu kaçakçılığına yönelerek inanılmaz bir güce ulaştı. Siyasi bağlantılarının yanı sıra gettoların desteğini arkasına alması onun zamanla hükümetten daha güçlü bir konuma getirmişti. “plata o plomo?” yani “para mı kurşun mu?” sorusunu defalarca insanlara yöneltmiş ve her iki cevapta da kazanan hep o olmuştu.
Futbol, El Patrόn’un çocukluğundan beri hayatında önemli bir yere sahipti. Öyle ki kendisinin inşa ettirdiği ve 19 Haziran 1991 tarihinde kendi rızasıyla teslim olduğu “La Catedral” adlı hapishanesine futbol sahaları yaptırmayı ihmal etmemişti. Her türlü işini yürütmeye devam ettiği La Catedral’de birçok ünlü konuğu olmuştu Pablo Escobar’ın. Bunların çoğunluğunu ise kadınlar ve dönemin ünlü futbolcuları oluşturuyordu. Maradona bile 1991 yılında La Catedral’ e konuk olmuş ve Escobar ile karşılıklı maç yapmışlardı. Kolombiya’ nın en renkli simalarından olan ünlü kaleci Rene Higuita, Escobar’ ı ziyaretinin basına yansıması ve sonrasında da Escobar yanlısı söylemleri sebebiyle ülkesinin 1994 Dünya Kupası kadrosuna alınmadı. O turnuva ise ülke adına çok büyük sonuçlar doğuracaktı..
***
13 Mart 1967′ de Rionegro’nun yaklaşık 50 km kuzey batısında bulunan Medellin şehrinde dünyaya gelmişti Andres Escobar. Kardeşi Santiago ile birlikte futbola son derece düşkünlerdi. Bu sebeple 18 yaşında Atletico Nacional altyapısına girdi ve 20 yaşında profesyonel oldu. Andres Escobar’ın hayatı Atletico Nacional ile de burada kesişti.
80’lere geldiğimizde elinde büyük bir güç bulunan Pablo Escobar, Medellin takımlarından Atletico Nacional’e yatırım yapmaya başlamıştı. Belki futbola olan düşkünlüğündendi, belki de para aklamanın bir yoluydu bu. Sonuçta Nacional yeniden güç kazanmıştı ve kıtanın en büyük organizasyonu olan Copa Libertodores’i kazanmak bir numaralı hedefti. 1987 yılında Andres Escobar ilk kez A takıma yükselmiş ve sadece iki yıl sonra Nacional forması ile Libertodores’i kazanmışlardı. Bu başarının altında yatan önemli faktörlerden biri Pablo Escobar’dı ancak 1992 yılı geldiğinde hükümet ve Pablo’nun arasındaki ipler kopma noktasına gelmişti. Kendi inşa ettirdiği ceza evinde birçok cinayet işlemesinin yanı sıra dışarıdaki yasadışı işlerini de rahatça kontrol edebiliyordu. Kolombiya hükümeti bu gidişata dur demek istemiş ancak Haziran 1992′ de Escobar firar etmişti, ta ki polisler tarafından vurularak öldürüldüğü 2 Aralık 1993 tarihine kadar…
Kolombiya Milli Futbol Takımı, Amerika Birleşik Devletleri’ nde düzenlenecek 1994 Dünya Kupası öncesi formunun zirvesindeydi. Futbolun centilmeni lakaplı Andres Escobar savunmanın lideriydi. Yıldız forvet Asprilla ve unutulmaz saçları ile Carlos Valderrama gol yollarında harika işler başarıyordu. Efsane kaleci Rene Higuita Pablo Escobar yanlısı söylemlerinden dolayı kadroda yoktu ancak onun yerini umut vadeden genç kaleci Oscar Cordoba almıştı. Grup elemelerinde yalnızca bir maçta puan kaybetmişlerdi ve son maçta Arjantin’ i 6 – 0′ la geçtiklerinde beklentiler gittikçe artmıştı. Ancak Kolombiya gruplara iyi başlayamamış ve ilk maçında Romanya’ ya mağlup olmuştu. İkinci maç ise ev sahibi Amerika Birleşik Devletleri ile oynanacaktı. 33. dakika geldiğinde ise bir insanın hayatını çok kötü bir şekilde değiştirecek bir şey yaşandı. Birleşik Devletler hücumu sol kanattan gelişiyordu ve ceza sahasına tehlikeli bir orta geldi. Kaleci Cordoba ortanın geleceği yeri düşünerek kalesini terketti ancak aynı anda Escobar’ da topa hamle yapmıştı. Futbolun centilmeninin yaptığı ters dokunuş topu kendi ağlarına göndermişti. Andres olacakların farkında değildi. Maç sonrasında yaptığı açıklamada “Evet kendi kaleme gol attım ancak bu dünyanın sonu değil. Hayat devam ediyor.” demişti. Maçı ülkesinde takip eden yeğeni ise yaşanacakları o anda öngörmüştü: “Dayımı öldürecekler!”
Turnuva sona erdikten sonra akrabalarını ziyaret etmek için Amerika’da kalmıştı Andres. Arkadaşlarının çağrısı ile tatilini kısa kesip memleketi Kolombiya’ya geri dönmeye karar verdi. Tabi ki kendi kalesine attığı golün nelere yol açacağından habersizdi.
***
1 Temmuz 1994. Andres Escobar ve milli takımdan arkadaşı Oscar Cordoba El Indio isimli bardalardı. Gece yarısından sonra mekandaki birkaç kişi kendi kalesine attığı golden söz edip Andres’e sataşmıştı ancak olay büyümeden bu kişiler mekandan dışarı çıkartılmıştı. Ancak Humberto Castro Muñoz ve yanındakiler oradan ayrılmamışlardı. Muñoz da bölgedeki uyuşturucu çetelerinden birinin silahlı üyesiydi. Saat üçe yaklaştığında Escobar yalnız bir şekilde mekandan ayrıldı ancak Muñoz ve arkadaşları onu bekliyorlardı.
Goool! Goool! Goool! Goool! Goool! Goool! Altı kurşun..
Escobar hayatını kaybetmişti ve katilleri ona her ateş ettiklerinde böyle bağırmışlardı..
Aradan yıllar geçti ancak Kolombiya’da Andres Escobar’ın anısı hala akıllarda. Hayatı aynı soy adı taşıdığı Pablo Escobar’la aynı şekilde sona ermişti. Bazıları Pablo’yu modern Robin Hood olarak görüyordu. Dahası “Eğer Pablo yaşasaydı Andres ölmezdi çünkü Pablo futbolu ve futbolcularını çok seviyordu.” diyenlerin sayısı da hayli fazlaydı. Ancak bana kalırsa bu durum tamamen yanlış. Çünkü eğer kaderleri kesişen ve yaşamları aynı şekilde son bulan iki Escobar’dan Pablo gibi eli silahlı katiller olmasaydı, Andres gibi masumlar ölmeyecekti…