Sosyal hizmetlerin olmadığı zamanlarda yardıma muhtaç insanlar acımasız kurumlarda saklanıyordu.
The Miracle Worker adlı biyografik filmde herkesin hayran kaldığı, hem kör hem sağır olan Hellen Keller’a iletişim kurmayı öğreten Anne Sullivan, Tewksbury’e ilk geldiğinde daha dünya çapında bilinen biri değildi. 1876 yılında, 10 yaşındaki Anne umutsuz bir yoksulluk içinde yaşayan kör bir kızdı. Düşkünler evinde -sosyal hizmetler ortaya çıkmadan önce yoksullara ev vermek için tasarlanan tesisler- geçirdiği yıllar ona göre çocuklara karşı işlenen suçlardandı.
Massachusetts Yoksullar Evi sakinleri terk edilmiş hayvanlar gibiydi. Anne ve erkek kardeşi, devasa yurtta demirden bir karyolada uyurken fareler yatakların arasındaki boşluklarda dolanıyordu.
1883 yılında, büyük bir soruşturma sonucunda Tewksbury’deki yaşam koşulları ortaya çıktı, fakat daha bunun gibi birçok kurum vardı. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında düşkünler evi, yardıma muhtaç insanlar için bir gerçeklik haline gelmişti. Sosyal güvenlik, sağlık hizmeti, Section 8 Konutları gibi sosyal hizmetler ortaya çıkmadan önce, bu yerel olarak yönetilen kurumlar ihtiyaçları karşılıyordu. Aynı zamanda, o toplumdaki durumu iyi olmayan kişileri işaret etme ve utandırma işlevine sahipti.
Düşkünler evi konsepti 17. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıktı. Belediyelerin yoksul insanları düşünmesi ve yaşlılar, bakıma muhtaçlar ve engelliler ile çalışmaya uygun olanlar arasında ayrım yapması bekleniyordu. Çalışabilecek olanların çalışması gerekiyordu, reddederlerse hapse giriyorlardı.
Yoksulluğu, olduğundan bile daha az çekici göstermek için tasarlanmış bu gösterişsiz tesislerde, düşkünler evinde, insanlar yaşamlarını sürdürdü. Tutumlu olmak zorundaydılar, yemekler tatsızdı, kalabalık içinde ve genellikle sağlıklı olmayan şartlarda uyuyorlardı. Ayrıca; taş kırma, iplik yapma ya da yerli işler gibi birçok işte çalıştırılıyorlardı.
Bu konsept ABD’ye İngiliz kolonicilerle birlikte göç etti. 1660 yılında, Boston’da ilk düşkünler evi ahlak dışı görülen veya evsiz olan kişiler için yapılmıştı. Ama Massachusetts’in yoksul insanlarının bu düşkünler evinden daha çok çekinecek şeyleri vardı. Kasabalar bu insanları sürgün edebiliyor, kimi zaman açık artırmayla en yüksek teklifi verene satabiliyorlardı. Bu, kasabaya yeni gelenler yoksullara kasabanın onları desteklemek için para vermeyeceğini gösteren bir uyarı anlamına geliyordu.
Bu müzayede sistemi insanların en yüksek teklifi verecek kişiye satılması amacıyla açık artırmaya çıkarılmasına izin veriyordu. Yoksul kişiyi satın alan birey, onu yiyecek ve giyim harcamalarını ödemek karşılığında işte çalıştırıyordu. Bazen insanların başka bir seçeneği daha olabiliyordu: O da Overseer Of The Pooryani yoksullara yapılan bağışları düzenleyen kasaba memuruna başvurmaktı. Bazı durumlarda bu memurlar onlara, kasaba sponsorluğundaki yiyecek, giyecek ve yakacakları temin edebiliyordu.
19. yüzyılın başında, düşkünler evi sistemi tüm bu uyarılara ve açık artırmalara karşı galip geldi. Düşkünler evlerinin kurulmasıyla yoksul insanlara karşı oluşan negatif tavırların oluşması aynı zamana denk gelmişti. Bu tesisler insanları yoksul oldukları için cezalandırma amacıyla tasarlanmıştı. Hatta, yoksul olmayı korkunçlaştırarak insanları ne koşulda olursa olsun çalışmaya teşvik etme amacının olduğu düşünülebilirdi. Yoksulluk bir toplumsal ayıp haline dönüşmüş, düşkünler evleri toplumun gözleri önüne yerleştirilmişti.
Yardıma muhtaç insanlar, barınak ve yiyeceğe sahip olabilmek için zor bir teklifle karşı karşıya kalıyorlardı. Tarihçi Debbie Mauldin Cottrell’in yazdıklarına göre birçok devlet yoksulları “dünyevi mallarından yoksun olduklarına ve yardıma ihtiyaç duyduklarına” dair topluluk önünde yemin ettirerek yoksul olduğunu söylemek istemeyenleri ayıklamayı amaçlıyordu. Tesislerde kalmaya başladıktan sonra artık ne yiyip ne giydiklerini nasıl davrandıklarını bunları kontrol eden ve genelde zalim olan bir üst kontrol mekanizmasına bildirmek zorundaydılar. “Sonuç olarak genelde en umutsuzlar ve en gurursuzlar bu tesisleri doldurmaktaydı” diyor Cottrell.
Çoğu zaman bu düşkünler evlerindeki şartlar oldukça endişe vericiydi. Ama bu evlerdeki yaşam her zaman acınası sayılmazdı. Tarihçiler, insanların bu en savunmasız anlarını yaşadıkları düşkünler evlerini aynı zamanda bir topluluk yaratmak için nasıl kullandıklarını belgelemiştir. Tarihçi Ruth Herndon’un söylediğine göre birçok kadın Boston Düşkünler Evi’ne tekrar tekrar geri dönüp dış dünyayla bağlantılarını içerideyken de devam ettirmiştir. Ama ona göre çoğu erkek için burası yabancı bir şehirdeki yabancı bir yerdir.
Sürekli hareket halinde olan erkekler için düşkünler evinin bir alternatifi vardı: Barakalar. Bu küçük geçici evler evsizler ve gezginler -genellikle erkekler- için inşa edilmişti. Tren istasyonlarının yanlarına kurulan ve barınaklardan biraz daha fazlası anlamına gelen bu evler yatak ve yakacak gibi basit ihtiyaçları karşılıyordu. Genel olarak insanlar yaptıkları bağışları bu evsizlere karşı ilan etmek istemediklerinden reklamları da yapılmazdı.
İnsanlar yoksullara yardım için kurulan bu tesisleri saklamaya başladıkça onlar da yeni bir şekil aldı: Düşkünler çiftliği. Düşkünler evi gibi bu kurumlar da yardıma muhtaç insanların çalışıp yaşayabilmesi için dikkatlice düzenlenmişti. Ama bu düşkünler çiftlikleri şehir merkezleri yerine taşralara ve şehirlerin kenar semtlerine kurulmuştu. Burada kalanlar endüstriyel ve yerli işgücü yerine, çiftlik işleriyle uğraşıyorlardı.
Düşkünler evleri, Büyük Buhran ile birlikte federal devletin sosyal refahla daha çok ilgilenmesi üzerine azalmaya başladı. Kalan düşkünler evleri ve düşkünler çiftlikleri de 1930 ve 1940’larda, Texas’ta hala kalan birkaç yer ise 1970’lerde kapandı.
Artık düşkünler evleri var olmasa da anıları Anne Sullivan gibi kişilerde hala varlığını sürdürüyor. Daha sonra yazdıklarında şöyle der Anne:
“Hayatın ya da sonsuzluğun bu sıkıntılı yıllar boyunca beynimde yer eden hataları ve çirkinlikleri silecek kadar uzun olduğundan şüpheliyim”
Kaynak: HISTORY