“Ben oyuncuyum star değilim. Starlar Hollywood’da yaşar ve kalp şeklinde yüzme havuzları vardır.”
Bu mütevazi sözün sahibi Hollywood başta olmak üzere dünya sinemasının gelmiş geçmiş en iyi oyuncularından biri olan Al Pacino’dan başkası değil. En son efsanevi yönetmen Martin Scorsese’nin son şaheseri The Irishman’deki performansıyla bizleri yine neden böyle büyük bir oyuncu olduğuna ikna etmişti Pacino. Bugün 80 yaşında giren efsaneyi yazacağım bu yazıda elimizden geldiğince anmaya çalışacağız.
İLK ÇOCUKLUK, GENÇLİK VE ZİRVE: 1940 – 1979
Tam adı Alfredo James Pacino olan Al Pacino, 25 Nisan 1940 tarihinde Sicilya kökenli Salvatore ve Rose Pacino’nun tek çocuğu olarak Doğu Harlem’de dünyaya gözlerini açar. Ancak ailesinin ani boşanmasıyla bebek Pacino henüz 2 yaşındayken annesiyle birlikte dedesinin Bronx Hayvanat Bahçesi’ne yakın olan evine taşınır. Henüz iki yaşında yaşadığı bu ilk taşınma belki de hayatının nasıl hareketli ilerleyeceğinin, ani ve önemli kararlar alabileceğinin bir işaretiydi belki de. Mahalle arkadaşları tarafından Sonny takma adı takılan Pacino birçok kez de yine onlar tarafından aktör diye çağrıldığı bir çocukluk geçirdi.
İlk ve ortaokul hayatında oldukça yaramaz ve başarısız olsa da lise yıllarıyla birlikte oyunculuk yeteneğinin ortaya çıkışıyla sivrilmeye başlar Pacino. İlk başta en büyük isteği başarılı bir beyzbol oyuncusu olmakken kendisini sahne sanatları lisesinde Sovyet efsanevi oyunculuk eğitmeni, oyun yazarı ve sinema kuramcısı Stanislav Stanislavski’nin metodlarını öğrenirken her şeyi oldukça sıkıcı buluyordu aslında. Maddi anlamda zorlanmaya başlayıp okulla işi aynı anda devam ettirmesi gerektiğini farkettiğinde ise henüz 2 yılını bitirmiş olan Pacino harekete geçmesi gerektiğinin farkına vardı.
Üst üste birbirinden farklı işlerde çalışmaya başlar Pacino. Postacı, ayakkabı boyacısı, süpermarket kontrollörü ve gazete dağıtıcısı gibi. Bu işlerde tanıştığı insanlar, onlarla yaptığı muhabbetler bile kariyerinde önemli yer tutar Pacino’nun. Ancak bunlarla uğraşırken elbette bunlardan çok daha fazlasını yapabileceğini de biliyordu. Bunun içinde sonradan tüm hayatındaki en önemli insanlardan biri olacak olan Lee Strasberg’ün Aktör Stüdyosu’ndaki seçmelerine katılır ancak seçilemez. Strasberg günümüz sinemasında oldukça tartışılan Metod Oyunculuk kuramını hocası Stanislavski’den alarak Amerika’ya uyarlayan Ukraynalı sinema kuramcısı ve oyunculuk eğitmenidir.
Al Pacino reddedilişinden 4 yıl sonra tekrar başvurup kabul edildiğinde Strasberg Pacino’nun oyunculuk hocası olacak ve uzun yıllar birlikte çalışacaklardır. Strasberg 1982’de hayatını kaybeder ve Pacino kariyeri boyunca kendisini söyleşilerde, röportajlarda her zaman yad eder.
Pacino’nun Strasberg’in stüdyosuna kabul edilmesinin en büyük nedenlerinden birisi de en yakın arkadaşı olacak olan Charlie Laughton’la tanışarak entelektüel camiaya girmesi olur. Laughton aynı zamanda tiyatro yönetmenliği yapmaktadır ve Pacino ile tanışınca onu şairler ve yazarlarla tanıştırarak kendisini geliştirmesinde büyük pay sahibi olur. Aynı zamanda kendisi Pacino’nun başrolünü oynadığı ilk tiyatro oyunu olan Hello Out There’in de yönetmenidir.
Bu ilk oyundan itibaren sırasıyla bir arkadaşıyla birlikte yazdığı Awake and Sing! Ve America, Hurrah gibi oyunlarda rol aldı. Bunların yanı sıra ambar ve bodrumlardaki oyunlarda da rol alıyordu. 60’larda kendisini tam anlamıyla tiyatroya adamıştı Al Pacino. Tiyatro yaparken neler hissettiğini ise şu sözlerle anlatmıştı:
“İlk kez konuşabildiğimi hissettiğim yer sahneydi. Karakter benim asla söyleyemeyeceğim, söylemek istediğim ve benim için özgürleştirici olan şeyleri söyleyebilirdi. Bu beni özgürleştirdi ve kendimi iyi hisstetmemi sağladı.”
Tiyatroda ciddi anlamda ilk tanınması ise 1966 yılında oldu. Broadway’da seyirci karşısına çıkan Why Is a Crooked Letter’da büyük bir oyunculuk sergiledi. Ondan iki yıl sonra 1968 sahneye konan, Israel Horovitz’in yönettiği The Indian Wants the Bronx oyunundaki performansıyla da en iyi erkek oyuncu dalında OBIE ödülünü kazandı. Tiyatroda kazandığı bu ilk ödülle fazlasıyla ruhu okşanmış olacak ki 1969’da sergilenen Does the Tiger Wear a Necktie’deki oyunculuğuyla tiyatronun oscarı olarak bilinen Tony ödülünü ilk kez kazandı.
“Al Pacino’nun Baba’da rol almasını istedim fakat Paramount yöneticilerini ikna etmem için Esrar Bitti’nin çekilmesi gerekiyordu.” Francis Ford Coppola.
SİNEMADA İLK PARLAYIŞ: THE PANIC IN NEEDLE PARK
Büyük yönetmen yukarıda yazdığımız sözü söylemesini sağlayan film olan The Panic in Needle Park aynı zamanda tiyatro yönetmeni ve fotoğraf sanatçısı olan, özellikle 70’lerde çektiği başarılı bağımsız filmlere hatırlanan Jerry Schatzberg’in 1971’de çektiği bir sokak filmiydi.
Al Pacino’nun canlandırdığı genç eroinman Bobby ile ona bağlanan sevgilisi Helen’in hikayesini anlatan film büyük başarı kazandı ve Helen’i canlandıran Kitty Win, Cannes Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görüldü. Ayrıca film büyük ödül Altın Palmiye için de yarışan filmler arasındaydı. Bu filmdeki performansı için Pacino sıkça 60’larda bir süre yaşadığı alkol problemi dönemlerini hatırladı ve bunun rolüne büyük faydası oldu.
İLK BÜYÜK SÜKSE: THE GODFATHER
İtalyan yazar Mario Puzo 1969’da borçlarını ödeyebilmek için yazdığı The Godfather’ın adlı suç romanı hiç kuşkusuz sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük iki filmine dönüşeceğini bilemezdi kuşkusuz. Amerika’daki İtalyan Amerikalı mafya ailesi Corleonelerin mücadelelerini anlatan film, genç yönetmen Francis Ford Coppola’ya teslim edildiğinde Coppola’nın aklında iki önemli fikir vardı. Marlon Brando ve Al Pacino. Marlon Brando’nun filme katılması ise tamamen bambaşka bir hikaye.
Romanı okuyanların iyi bileceği üzere aslında baş karakter Vito Corleone’dir ancak Coppola’nın kafasında kesinlikle Vito’dan çok Michael Corleone vardı. Coppola Michael’ı Al Pacino’ya teslim ettiğinde istediğini aldı ve film en iyi film, en iyi erkek oyuncu, en iyi uyarlama dahil olmak üzere 3 dalda oscar kazandı. Pacino da bu filmdeki performansıyla en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında aday gösterildi. İlk başlarda kendisinin ve Coppola’nın defalarca itiraf ettiği gibi Paramount Al Pacino’yu filmle kesinlikle istemiyordu çünkü hem sinemada hiç ünlü değildi hem de boyu çok kısaydı.
Paramount yöneticileri onun ismini ilk duyduklarında kendisi için “O cüce Pacino’mu?” diyorlardı. Ki çekimlerin ilk gününde Pacino da istediğini tam olarak verememişti ama her şey bir sahneyle değişti. Michael’ın rüşvetçi polis şefi McCaluskey ve uyuşturucu baronu Solozzo’yu öldürdüğü sahnesi çekildiğinde Pacino’nun buradaki performansına hayran kaldılar ve Pacino kendisi sağlama aldı. Kariyeri boyunca verdiği birçok röportajda bu sahneyle filmden kovulmaktan kurtulduğunu açıkladı.
The Godfather’la yakalanan büyük başarının ardından Pacino bu sefer kurt aktör Gene Hackman’la başrolü paylaştığı yol filmi Scarecrow’da rol aldı. Filmin yönetmeni Pacino’ya hiç yabancı değildi. The Panic In Needle Park’ta beraber çalıştığı Jerry Schatzberg bu filmde Pacino’nun yanına bir de Gene Hackman’ı vermişti. Ancak Scarecrow bir türlü istenilen başarıyı elde edemedi ayrıca film boyunca Pacino ve Hackman iyi anlaşamadı. Bu olumsuzluklara rağmen film Avrupa’da çok rağbet gördü ve Cannes’da altın palmiye kazanarak büyük başarı elde etti.
“Ekip arkadaşlarına göre o yaşayan en tehlikeli insandı, yani dürüst bir polisti.”
YOZLAŞMIŞ TEŞKİLATIN DÜRÜST POLİSİ: SERPICO
Al Pacino’nun kariyeri düşünüldüğünde kuşkusuz ki çoğu kişi en iyi 5 performansının içine mutlaka Serpico’yu koyar. Serpico yaşanmış bir olayı anlatmasıyla da ayrı bir yere sahiptir Pacino’nun kariyerinde. 1972’de New York Polis Teşkilatı’ndaki rüşvet skandalını tek başına ortaya çıkarıp medyaya konuşarak yüzlerce polisi ve polis müdürünü hapishaneye yollayan gerçek Frank Serpico, İsviçre’de yıllarca yaşadı ancak bu film için Al Pacino’yla tanışmayı kabul etti ve sete katıldı.
Filmin yönetmen koltuğunda ise Amerikan sinemasından çıkan en muhalif yönetmen olan, 12 Angr Men (12 Kızgın Adam), Dog Day Afternoon (Köpeklerin Günü), The Network (Şebeke), The Prince of the City, Running on Empty (Boşu Boşuna) gibi siyasi politik filmlerle tanınan Sidney Lumet bulunuyordu.
Lumet ve aynı adlı kitabın yazarı Peter Maas’ın yazdığı güçlü senaryo Pacino’nun şahane performansıyla birleştiğinde ortaya bir başyapıt çıktı ve Al Pacino kariyerinin ilk en iyi erkek oyuncu adaylığını bu film ile elde etti. Ayrıca filmdeki birbirinden değişik saç-sakal imajlarıyla da çokça konuşuldu.
İKİNCİ İTALYAN SOFRASI: THE GODFATHER PART II
1974’e gelindiğinde Al Pacino artık sinemanın aranan oyuncularından biri haline gelmişti. Godfather ve Serpico’nun elde ettiği büyük başarılar onu pazarda oldukça güçlü hale getirmişti. Ancak gerçek anlamda efsane haline gelmesi Coppola’nın Corleone destanına devam dediği The Godfather Part II ile oldu. Burada sergilediği performans sinema tarihindeki en büyük oyunculuklarından biri sayılır oldu.
Neredeyse filmin tamamına yayılan donuk ve hissis bakışları Michael Corleone’yi çok başka bir noktaya getirdi. Ayrıca filmde kendisinin de çok yakın arkadaşı olan, kariyerleri boyunca karşılaştırılmalarına karşın dostlukları daima beyhude kalan ve son olarak The Irishman’de beraber rol aldıkları Robert De Niro’nun da bu filmde yalnızca 45 dakikalık genç Vito Corleone performansıyla en iyi yardımcı erkek oyuncu seçilmesiyle film birçokları tarafından ilk filmden iyi olarak konuşulmaya başlandı. Bunun tek nedeni De Niro değildi elbette. Marlon Brando’nun eksikliğinin neredeyse hiç hissedilmemesi, mükemmel yazılmış senaryosu, siyasi alt metni gibi daha birçok şey bölüm 2’yi ilk filmin de önüne koydu.
En iyi film, en iyi yönetmen dahil 6 dalda oscar kazandı ve en iyi film kazanan ilk devam filmi olarak sinema tarihine geçti. Al Pacino yine en iyi erkek oyuncu adaylığı almış olmasına rağmen yine kaybetti. Kendisinden oldukça yaşlı bir oyuncu olan Art Carney’nin ödülü kazanmasını ise:
“Oscar ödülleri hak edene değil zamanı gelenlere verilir.” diyerek yorumladı.
SIDNEY LUMET İLE İKİNCİ RANDEVU: DOG DAY AFTERNOON
Pacino, kariyerinin en iyi performanslarından bir başkasını ise yine Sidney Lumet’in yönettiği 1975 yapımı Dog Day Afternoon (Köpeklerin Günü) ile sergiledi. Dog Day Afternoon da aynı Serpico gibi gerçek bir olaya dayanıyordu ve karaktere hazırlanma dönemi oldukça zor geçti Pacino için. Bir ara kendisini role öyle bir verdi ki hastaneye kaldırıldı. Ancak çabasının meyvesini aldı. Film ödüllere layık görüldü ve Pacino’ya üçüncü kez en iyi erkek oyuncu adaylığı getirdi. Ancak Pacino’nun bu sefer ki şanssızlığı ise filmin One Flew Over the Cuckoo’s Nest (Guguk Kuşu) ile aynı ödül sezonuna denk gelmesi oldu ve Jack Nicholson üdülün sahibi oldu.
Dog Day Afternoon eşcinsel bir banka soyguncusu olan Sonny’nin arkadaşı Sall ile birlikte bir banka soymaya kalkmasını, ancak eşcinsel oluşunun medyada duyurulmasıyla olayların çok başka yerlere gitmesini anlatıyordu. Aynı zamanda 70’lere damgasını vuran Attica Hapishanesi olaylarına da gönderme yapılması filmin büyük sükse yapmasına neden oldu. Sonny’nin “Attica, Attica!” diye çığlık attığı sahne 70’lerin en ikonik film sahneleri arasına girdi.
BÜYÜK HAYAL KIRIKLIĞI: BOBBY DEERFIELD
1977’ye kadar adeta zirvede kendine bir şato inşa etmiş olan Al Pacino için Bobby Deerfield önemli bir dönüm noktasıdır. Büyük aşk yaşayıp 5 yıl birlikte yaşayacakları Martha Keller ile bu filmde tanışmasının dışında Bobby Deerfield, Al Pacino’nun en büyük pişmanlıklarından biridir. Başarılı bir Formula 1 yarışçısı ile ölümcül bir hastalıkla boğuşan bir kadının hikayesini merceğine alan film hem eleştirmenler hem de sinemaseverler tarafından yerden yere vurulur.
Pacino’ya en iyi erkek oyuncu dalında altın küre adaylığı getirse de film, Pacino’nun en unutmak istediği işlerinden biridir. Buna sebep olan şeylerden biri de karakteri kendisine çok benzettiği için bu süreçte çok zorlanması olmuştur. Yazar ve gazeteci Lawrence Grobel’e verdiği röportajda Pacino bu konuyla ilgili şunları söylemişti:
Lawrence Grobel: Oynadığın tüm karakterler arasında, içine dönük, kapalı, bir nevi uzak yarış arabası sürücüsü Bobby Deerfield’ın sana en yakın karakter olduğu söyleniyor.
Al Pacino: Kim söyledi bunu?
Lawrence Grobel: Birisi söyledi, bundan bahsetmiştik.
Al Pacino: Belki senin evinde, mahallende söylenmiştir. (kahkaha atıyor) evet bir yakınlık var. Aslında bakarsan bu yakınlık oynamamı zorlaştırdı.
Bu filmin başarısızlığından sonra Al Pacino bir süre sinemaya ara verdi, Broadway’de sahnelenecek olan ve kendisinin oynayacağı III. Richard oyununa yoğunlaşmaya başladı. Oyunla uğraşırken bir de Norman Jewison’ın çektiği bir Amerikan Mahkemesi taşlaması olan and Justice For All’da yozlaşmış adalet sistemi ile savaşan idealist avukat Arthur Kirkland’ı muhteşem bir oyunculukla canlandırdı.
Çoğu kişi and Justice For All için Al Pacino’nun 70’lere güçlü vedası olarak bahseder. Bu film de her ne kadar Serpico veya Dog Day Afternoon kadar kariyerine yön veren bir film olmasa da Bobby Deerfield’dan çok daha iyi bir filmdir. Bir diğer önemli özelliklerinden biri de Pacino’nun hocası ve yakın dostu Lee Strasberg ile birlikte rol aldığı son filmdir. İlk film The Godfather Part II’ydi.
BİR KÜLTÜN DOĞUŞU VE DÜŞÜŞ: SCARFACE VE 1980’LER
1977’de Bobby Deerfield ile başlayan düşüş 1980’lerde oldukça görünür hale gelir Al Pacino için. 1980 yapımı Cruising (Devriye), eşcinselleri öldüren bir katilin peşine düşerek gay barlarda onu aramaya koyulan bir polisin öyküsünü anlatır. Filmin başarısız bulunmasının nedenleri arasında oldukça fazla sahnenin kesilmesi, katil karakterinin derinliğine inilememesi, homofobik bir film olduğu yönünde çok propaganda yapılması gibi şeyler söylenebilir.
1982’de ise Pacino kariyerinde bir başka hata olarak gördüğü Author! Author!’da rol aldı ancak bu film de yerden yere vuruldu. Beş çocuk babası bekar bir erkeği canlandırdığı filmin setinde yönetmen Arthur Hiller ile oldukça sorun yaşayan Pacino, filmin unutmak istediği işleri arasına girmesinden kurtulamadı. Bir yıl sonra ise kariyerinin en popüler filmlerinden biri olan ve sosyolojik yönden çok etkili bir film olan Scarface’de Küba’dan Castro tarafından sürülen suçlu mültecilerden Tony Montana’yı büyük bir oyunculukla canlandırdı.
Senaryosunu Oliver Stone’un yazdığı ve gerçek bir Alfred Hitchcock hayranı olan, bu filme kadar da özellikle Carrie (Günah Tohumu), Dressed To Kill, Blow Out gibi güçlü filmler çeken Brian De Palma’nın yönettiği Scarface, ilk görüceye çıktığında çoğu eleştirmen tarafından hiç sevilmese de sonradan çok büyük beğeni kazandı ve kült mertebesine yükseldi.
Amerika’da özellikle hip-hop dünyasını çok etkileyen film ayrıca en popüler video oyunlarından olan GTA’ya (Grand Theft Auto) da ilham verdi. Filmde rol aldığında henüz 24 yaşında olan Michelle Pfeiffer’da Pacino ile sağlam bir uyum yakaladı ve geleceğinin parlak olduğunun haberini verdi.
1985’te ise Al Pacino sinema otoriteleri, eleştirmenler ve sinemaseverler tarafından kariyerinin en kötüsü olarak görülen Revolution’da (Devrim) rol aldı. Revolution, Pacino’nun canlandırdığı Tom Dobb adındaki bir kürk tuzakçısının istemsizce Amerikan devrim mücadelesine katılmasıyla birlikte başına gelenleri anlatıyordu. Pacino’ya göre bu film biraz doğru öyküleme ve birkaç sahne değişikliğiyle oldukça sınıf atlayacak bir filmdi ancak bu istedikleri olmadı. Film gişe dahil her yerde battı ve Rotten Tomatoes’ta da 100 üzerinden 10 puan alarak adeta dibe çakıldı. Film Pacino’nun ticari sinemadan uzun süre uzak kalmasına sebep oldu.
ELLEN BARKİN VE AL PACİNO: SEA OF LOVE
1989’da Al Pacino nispeten oldukça iyi kotarılmış bir femme fatale polisiyesi olan Sea Of Love’da (Aşk Denizi) oynadı. Noir öğeler içeren film aşık olduğu kadının bir katil çıkma ihtimalini gözeterek onunla ilişkisini devam ettirmeye çalıştıkça psikolojik girdaplara giren bir dedektifin öyküsünü anlatıyordu.
Pacino ile daha sonra City Hall’da da çalışacak olan Harold Becker’in yönettiği filmde Pacino’ya Ellen Barkin ve John Goodman da başarılı performanslarıyla eşlik ettiler ve böylece Sea Of Love Al Pacino’nun Scarface dışında 80’lerdek olumlu görülen işlerinden biri olarak kaldı. Hakkında en çok hemfikir olunan eleştiri ise filmin Cruising (Devriye)’in çok daha olmuşu olmasıydı.
NOT: Bu yazının devamı olan ikinci bölüm yazımız yarın yayınlanacaktır.
Kaynak: Lawrence Grobel, Al Pacino kitabı.