Sıcak bir günün serin bir gecesi...
Sanki birazdan yaşatacağı felaketten bihaber insanı sonraları düşündükçe rahatsız eden bir huzurun hakim olduğu bir gece. “Hatırlıyorum” diyerek söze başlamak komik geliyor zira çocukluk hatıralarımın en eskisi bu an. O kaba ses, koşuşturmalarda birbirine karışan gürültüler… İşte size bir büyük depremi gören bir çocuğun en eski anıları.
17 Ağustos 1999 gecesi, Türkiye Cumhuriyeti en büyük felaketlerden birisini yaşadı. 17 bin 840 kişi yaşamını yitirdi, binlercesi enkaz altında kaldığı için sakat olarak yaşamını sürdürdü.
Rakamlar kuşkusuz ki bir insana bir şey anlatmak istediğinizde elinizdeki en güvenilir kaynaklar olur. Ancak depremi yaşayan birisi için bu rakamlar çokta korkunç değildir inanın bana. Hafızamdaki bu en eski anıda uyumakta zorlandığımı hatırlıyorum. Yatağımda ters bir şekilde yatarak yanı başımdaki aynalı dolaba bakıyorum. Aynadaki görüntüm öyle sanıyorum ki hoşuma gidiyor ve hayal kuruyorum. Çocukken en sevdiğim şey… Bütün o felaket yaşanmadan önce belki 1 ya da 2 saniye var ve aynadaki görüntüme daha fazla yaklaştığımı hissediyorum. Sanki üzerinde yattığım yatak, bir masal haliyle yürüyor. Doğrusu hayal gücümün bile ötesi. Fakat ben şaşkınlıkla bu durumu anlamaya çalışırken o sesi duyuyorum. Dostlar, bu depremin en korkunç anı o ses. Tam 45 saniye süren o kıyamet sireni… Bütün masalları kabusa çeviren o ses…
Babam kucağına alıyor ve 3. kattaki evimizden bir olimpiyat atleti gibi koşarak aşağı iniyoruz. Bulunduğumuz sokakta şimdiki gibi her yer ev değil. Binamızın yan tarafında futbol oynadığımız o yeşil arsa… Bembeyaz gecelikleri-pijamaları ile birbirinin yüzlerine korku ile bakan mahallemizin sakinleri. Mahalle kültürünün son nefeslerini verdiği zamanlar ama tanır herkes birbirini. Belki bu sebepten yaşanılan korku ve çaresizlik daha da büyüyor. Biz çocuklar ise o korkunç sesin bitmesi sonrası o kadarda korkmuyoruz. Neredeyse bu koşuşturma keyifli bile geliyor. Tüm arkadaşlarım dışarı çıkmış annem kolumu korkudan olsa gerek kelepçe misali sıkmasa onlarla oynayasım var. Bu arada bereket sokağımızda yıkılan bina yok.
“Sabah oluyor ama hayrolmuyor”
Gece sanki bütün felaketi bir süreliğine de olsa gizliyor. Biz çocuklar bünyemize ihanet etmeyerek uyuyoruz. Büyükler ise gözlerini kırpmıyor. Sabah oluyor ama hayrolmuyor. Oturduğumuz evlerimize giremiyoruz. Sürekli yer oynuyor. Sanırım ilk günün en can sıkıcı hali bu durum. Gıda sıkıntısı çekmiyoruz zira mahalle kültürü bizi koruyor. Zaten biz çocukların bile iştahı yok. Gözlerimiz sürekli duvarlardaki derin çatlaklarda. Anne babamızın yasakları, evlerimize girmeyi daha cazip kılıyor. Ama çocuk da olsak anlıyoruz ki durumlar ciddi. Sonra ilerleyen vakitler babam ile arabaya binip bir yolculuk yapıyoruz. Annem mahallenin diğer kadınları ile birlikte kalıyor. Babam endişeli. Şimdi anlıyorum ki yakınları için endişeli. Yolda giderken yıkılan evleri görüyorum. Evimize 50 metre mesafede bile değil. Her zaman orada olan evin bir moloz yığını olması ve insanların bu yığınlar arasında koşuşturması.
Deprem gerçeği, duyarak başlasa da asıl etkileyiciliği görerek oluyor. Yıkılan bir sürü bina ve onların yanında üzerleri beyaz bir bezle örtülü yükseltiler. İnsanlarımız, kaybettiğimiz insanlarımız… Bu yolculuğu sevmiyorum ancak diğer akrabalarımızı görmek keyif veriyor. Şükür ki evi yıkılan hiç olmamış ama onlar da evlerine giremiyorlar. Mahallemize dönüyoruz. Eski uygarlıklar gibi mahallenin büyük erkekleri bir yerde, kadınları bir yerde ve çocukları yine oyun oynama ile meşgul. Ayrıca onlar da gördüğü manzaraları anlatıyorlar bize.
Bir çocuk, en çok bir çocuğun anlattığı hikayeye inanıyor dostlar… Sonra bir siren sesi daha duyuyoruz. Bütün çocuklar ailelerinin yanına koşuyor. Öğreniyoruz ki yanı başımızdaki TÜPRAŞ depremden hasar görmüş ve bir senaryoya göre patlarsa hepimiz yok olurmuşuz. Hepimiz bulduğumuz tüm yiyeceklerimizi arabalara doldurup denizin aksi yönünde olan dağlara doğru gidiyoruz. TÜPRAŞ’tan uzaklaşmak-ölmemek- için girdiğimiz bu yolculuk bizlere daha önce hiç gitmediğimiz yerlere götürüyor. Gündüzleri serin olan bu yerler geceleri soğuk. İlk çadırlarımız buralarda kuruluyor. İki gün boyunca yiyeceklerimiz tükenene kadar burada kalıyoruz. Sonra evlerimize geri dönme kararı alıyoruz. Sanki bu süreçte alınan tüm kararlar, bilinmeyen bir topluluk tarafından alınıp insanlara tebliğ ediliyor. Yanınızdaki gidince siz de gidiyorsunuz. Kalırsa siz de kalıyorsunuz…
“Düzenbaz arkadaşlarım korkunç hikayeler anlatıyor”
Evlerimize geliyoruz ve ilk büyük çadırlarımız onların dibine kuruluyor. Kimileri aykırı bir tavır takınarak evine gidiyor ama çoğunluk çadırlarına yerleşmiş. Bir kere ben de annemle eve çıkıyorum bir eşya almak için. Tam 1 hafta sonra. Evime girmek keyif veriyor ancak o bir haftada çocuklar ölümü öğreniyor. Düzenbaz arkadaşlarım korkunç hikayeler anlatıyor. Ölümü tam manası ile kavrayamıyoruz ama yine de korkuyoruz. Lakin evde olmak yine de keyif veriyor. Yasak olanın cazibesidir belki dostlar. Çadırlardaki yaşam çok kısa bir süre sonra benimseniyor. Sanki sürekli çadırlarda yaşayan bir yörük obası gibiyiz. Bilgisayar, telefon gibi aletler yok. Doğa ile iç içeyiz ve yaratıcı bir jenerasyonuz. Bir hayal kurup bu hayali oyunlar vasıtasıyla hayatımıza entegre edebiliyoruz. Ama çocuk muhabbetleri bizlere korku veriyor. Bizden büyük çocuklar bu korku silsilesinin mimarları. Çok fazla ölüden bahsediyorlar. O kadar fazlalarmış ki; hastaneye sığmadıkları için onları buz pateni pistine doldurmuşlar. (Bu bilgi gerçekten doğrudur).
Sırf bu sebeple üniversite çağına kadar buz pateni yapamadım dostlar.
Çocukluk bir insanın kileri gibi. Onu görmezden gelsek de; yine ondan besleniyoruz değil mi? Ayrıca bir kız var benim yaşlarımda. Güzel bir yüzü var ve ayaklarına moloz düştüğü için yürüyemiyor. Bazı çocuklar onunla alay ediyor oysa ben onunla oturup sohbet etmeye bayılıyorum. Ona öğrendiğim korkunç deprem hikayeleri anlatıyorum. Yürüyememesi garibime gidiyor doğrusu ama yine de onunla sohbet etmeyi seviyorum. Ancak bir süre sonra iyileşiyor ve onu seneler sonra görene dek hiç göremiyorum. Tam bir ay geçiyor dostlar evimize giriyoruz ve okullarımızda gecikmeli de olsa başlıyor. İnsan unutan bir varlık. Ama bu konuda çocuklar daha vefalı sanırım. Yada büyüklerin depremi anımsamamak için çok uğraşı var. Bilemiyorum…
Büyük depremi gören birisi olarak bu felakete karşı garip bir alışılmışlık duygusuna kapılıyorsunuz. 1999 Depremi sonrası Düzce Depremi gibi büyük depremler olmak üzere bir çok deprem yaşadım. Ama hiç birisi beni korkutmuyor. Sanki bir zaman makinesi gibi bu geçmiş günlere ışınlanıyorum. İşte bu durum beni korkutuyor. Ayrıca büyüdükçe bu konu hakkında daha fazla bilgi sahibi oluyoruz.
“Düşüncelerinizden kaçınmak, bir afetin oluşmasını önlemez”
Bilgi, endişelerimiz ile doğru orantılı maalesef. Ayrıca depremde toplandığımız, oynadığımız, çadır kurduğumuz bütün alanlar artık bir yok. Yerinde beton yığınları var. Bu durum, çocuk-yetişkin herkes için depremi daha korkunç bir hale getiriyor. Ben 99 depremini yaşamış bir çocuk ve günümüzün bir yetişkini, sizlerle hafızamın miladı olan bu anıyı paylaştım. Zira bu yazıyı okuyan herkesten bir ricam var. O da, olası bir depremi hayal edin ve unutmayın, düşüncelerinizden kaçınmak, bir afetin oluşmasını önlemez. Sadece sizi daha hazırlıksız kılar.
Çocuklar için daha hazır olalım dostlar!