İtilaf Devletleri’nin yanı sıra İngiliz devlet adamı Churchill’i de suçlayabilirsiniz; ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmek yerine kurtulduğunu ve sonrasında yaşanması muhtemelen kaçınılmaz kargaşaları düşünün…
28 Haziran 1914 günü, Avusturya-Macaristan veliahtı Arşidük François Ferdinand ve ailesinin (eşi suikast sırasında tahtın veliahtına hamileydi) Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip tarafından öldürülmesinin ardından Avrupa kıtası, bowling topu misali savaşa yuvarlandı. Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun, Sırbistan’a savaş ilan etmesinin ardından kendini Avrupa’daki Slav halklarının koruyucusu olarak gören Rusya, seferberlik ilan etti. Seferberlik ilanının ardından Almanya, 1 Ağustos 1994 tarihinde Çarlık Rusya’sına savaş başlattı.
Daha sonraları tarihçiler tarafından “Büyük Savaş” (The Great War) olarak adlandırılacak olan bu yıkım, dünyadaki birçok ülkeyi etkilese de, o bowling topu labutlardan birini yıkmayı başaramadı: “Türkiye nasıl düşer? Dağılma dönemindeki Osmanlı İmparatorluğu Üçlü İtilaf Devletleri’ne (İngiltere, Fransa ve Rusya) mi katılır yoksa Merkez Güçlerle mi (Almanya ve Avusturya-Macaristan) savaşa girer?” gibi sorular dönemin liderleri tarafından sıkça sorgulanıyordu.
Osmanlı’nın 500 yıllık imparatorluğu küçülüyor ve Afrika’da neredeyse tüm Akdeniz adalarını, Balkan topraklarında olduğu kadar Doğu Anadolu’da da topraklarını hızla kaybediyordu. Borca batmış, sınai ve siyasi olarak geriliyor ve sallanıyordu. Yine de, İmparatorluğun toprakları iki kıtaya yayılmış ve Karadeniz kontrol altında tutulmaya çalışılıyordu. Arap toprakları İslam’ın kutsal şehirlerinin ötesine geçerek Yemen dağlarına ve Basra Körfezi’ne kadar uzanıyordu. Bu bölge, o dönem dünyanın en büyük güç kaynağı olarak görülen kömürün zamanla yerini alacak olan yapışkan, muazzam, siyah sıvının (petrol) mağaralarından oluşuyordu.
Türkiye’nin zayıflığından emin olunduğunda, İngiltere, Fransa ve Rusya, Osmanlı’yı oyuna getirip, ganimetleri bölebilirdi; neyse ki bilgelik üstün geldi. Temmuz ayının sonlarında Norveç kıyılarındaki bir İngiliz gemisinde düzenlenen gizli bir toplantıda, Amiral’in Birinci Lord’u olan Winston Churchill adına görme engelli bir siyasetçi, Fransız, Rus ve Türk diplomatlarla antlaşma yapmak için yoğun gayret sarf etti. Bu gayretin sonunda, Türkler isteksiz de olsa, sert bir pazarlık yapmaya başladı; Almanya ise ittifak karşılığında silah, asker ve altın yardımında bulunmayı teklif etti.
Tüm taraflar anlaşma sonucunda son derece kazanç sağlamayı başardı. Fransız ve Rus devlet adamları, Türk diplomatlarla demir ithalatı üzerine antlaşma yapmak için uğraş verdiler; ancak Almanlar ve Türkler, kendi aralarında sıkı ve ayrıca da tarihi bir pazarlığa çoktan oturmuştu: Almanya, Türkiye’ye müttefikliği karşılığında silah ve altın vermeyi kabul etmişti. Fransa, Türkiye’nin borcunu azımsanmayacak bir miktarda sildi; Rusya, Osmanlı’nın Anadolu topraklarından “iyi niyet” çekilmesinde bulundu; Churchill, İngiliz tersanelerinin Türkiye için inşa ettiği iki savaş gemisinin kalan ödemelerini sildi ve Türkiye savunmasız bir şekilde saldırıya uğramayacağına dair güvenceler aldı. Toprakları işgal ve tehdit altındaki bu imparatorluk için bunlar, bir yaşam sözleşmesi anlamına geliyordu.
Üçlü Antant için ödüller eşit büyüklükteydi. Karadeniz’e özel erişim imkânı tanınan Rusya’nın müttefikleri, savaş sırasında Çar ordularını ikmal edebileceklerdi. Türkiye sınırını savunmaya gerek duymaksızın Rusya, binlerce birliğiyle cephelerini hazırlamak için Kafkasya’ya tırmandı. Türkiye, Süveyş Kanalı, Aden ve Basra Körfezi’ndeki Trucial Şeyhlerden Birleşik Krallık kontrolünü tanıyan ve Birleşik Krallık’ın kolonilerini, Batı Cephesine asker gönderebilmesi için deniz şeridini güvence altına alan ayrı anlaşmalara da imza attı. Türk ordusu, Avusturya-Macaristan’a karşı geniş bir cepheye katıldı.
Sultan, “Halife” sıfatını kullanmaya devam etti, imparatorluğun Orta Arabistan’da İslam’ı daha temiz bir hale getirmeye çalışacağını iddia ederek takipçiler kazanmış olan İbn Suud tarafından yönetilen bir fanatik-dini isyanı bastıracağı zaman da bu sıfat yararlı oldu. İmparatorluk çoğunlukla hoşgörülü bir yer olarak görülüyordu. Nazi zulümleri, Yahudileri 1930’larda Avrupa’dan sürdürecekken, özellikle Kudüs şehrinden (1492’de İspanya’dan ihraç edildiğinde yaptıkları gibi) birçok kişi buraya sığınmıştı.
EĞER…?
Elbette her şey yolunda ilerlemedi… Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya ile uyumlu hale geldi; ancak İtilaf Devletleri imparatorluğu istila etmeye ve bölmeye çalıştı. Churchill, Türklerin ödediği savaş gemilerini vermek yerine, İngiliz donanması için ele geçirdi. 1915’te Türkiye’ye karşı bir felaket saldırısı düzenledi; Gelibolu’da 300.000 asker şehit oldu.
Türkiye, savaşın sonunda 3 milyon ila 5 milyon insana, yani Osmanlı nüfusunun yaklaşık dörtte birine yakın kayıp verdi. Bu, Türk hükumeti tarafından, düşman Rusya’nın, cephe gerisinde faaliyet gösterebileceklerine inandığı 1.5 milyon Ermeni’nin katledilmesini de içeriyor. İngiltere ve Fransa Osmanlı topraklarını işgal etmesiyle başlayan ayaklanmaların bastırılmasında da binlerce kişi hayatını kaybetti.
Eğer Ortadoğu’da bugün ki İslam adı altında iç savaşlar verilmeyip, terör ve halifelik yarışları olmasaydı, Beşar Esad gibi mezhepçi diktatörler ortaya çıkmasaydı, Churchill Johnny Türk’ü* yenmek yerine onu benimsemiş olsaydı, Osmanlıcılık yeniden canlanma çabasına girer miydi?
*Johnny Türk: Anzak askerlerinin Çanakkale’de Türk askerlerine verdikleri isim.
Çeviren: Melis Berfin Bayar
Kaynak: Economist