‘Sinemanın büyüsü’ diye bir şey gerçekten varmış dedirten filmlerden biri Amélie. Minicik detayların bir araya geldiğinde nasıl kocaman bir mutluluk yaratabileceğini kanıtlamış, aman hiçbir ayrıntısını kaçırmayayım diye telaşlanarak seyrettiğim bir film. Gerçek dünyadan kopup filmin dünyasına öylesine dalıyorsun ki, film bittikten sonra girdiğin marketteki sebzelere onların da bir ruhu varmış gibi nazik davranıyorsun.
İnsanları mutlu ederek mutlu olmanın ne kadar basit ve bir o kadar da zor olduğunu gösteren sessiz, sakin, enerjik, doyurucu bir aşk ve yaşam hikayesi.
2001 yapımı olan filmin senaryosu Guillaume Laurant ve Jean-Pierre Jeunet’in ellerinden çıkma. Filmin yönetmenliğini de yapan Jean-Pierre Jeunet, bu filmde de fantastik yaklaşımından uzaklaşmamış. Yann Tiersen’in insana huzur enjekte eden müzikleri de masalımsı atmosferi tamamlamış.
Sinema törenlerinde 117 dalda ödüle aday gösterilen ve 55 tanesini kazanan film, en büyük başarısını da Cesar ödüllerinde göstermiş.
Film bir sineğin eziliş öyküsüyle başlıyor ve o günkü birçok değişik olayı birbirine bağlıyor. Tıpkı sonu gibi…
Kaçık ruhlu diye tabir edebileceğimiz ve bir sokağın ortasında falan değil de, kenarında köşesinde görebileceğimiz türden bir karakter Amélie. Ayaklarıyla değil de, hayal gücüyle yürüyen bir kadın…
AMELİE FİLMİ NASIL BAŞLIYOR?
Filme Amélie’nin çocukluğunu ve yapmayı sevdiği şeyleri görerek başlıyoruz. Ardından da annesinin, babasının sevdikleri ve sevmediklerini… Ve evin kedisininkileri… Amélie’nin sevdikleri ise bizi hemen çocukluğumuza götürüyor. Bulutları hayvan şekillerine benzetme oyununda olduğu gibi…
Jean-Pierre Jeunet, Amelie’nin hikâye örgüsünü oluşturan bu anıları ve olayları 1974’te biriktirmeye başlamış. Bu sahneler için “Sizi yerinize mıhlayıp ağzınızı açık bırakan görüntüler, başlı başına bir koleksiyon olabilirler: Sihirli anlar koleksiyonu. “Sevdikleri, sevmedikleri” olgusuna benzer bir şey. Bu görüntüleri bir dereceye kadar kafamda biriktiriyorum. Ama Amélie gibi kaydetmiyorum onları. Bu nedenle film için bu görüntüleri bulup çıkarmamız, bir yandan da yenilerini bulmamız gerekiyordu. Neyse ki, Canal + bünyesindeki “Zapping”i tarama imkanına sahiptik.” demiş.
Ama Amélie’nin karakterini şekillendiren asıl hikaye, doktor olan babasının ona kalp hastalığı teşhisi koymasıyla başlıyor. Amélie bu gerekçeyle dış dünyadan uzak tutulan bir çocukluk yaşıyor. Ama aslına bakılırsa babasının yanlış bir teşhisidir bu, çünkü Amélie’nin babasıyla kurduğu nadir fiziksel temaslar, babasının sağlık kontrolleriyle gerçekleşmektedir ve bu kontroller sırasında Amélie heyecanlanmakta, kalp atışı da hızlanmaktadır.
Amélie’nin annesi de en az babası kadar nevrotik bir kadındır. Amélie küçük bir çocukken, Notre Dame Kilisesi’nin tepesinden atlayan bir kadının üzerine düşmesi sonucu vefat etmiştir. Böylece babası daha da sessiz ve silik biri olup, kendisini eşi için ilginç bir anıt mezar düzenlemeye adamıştır.
Amélie de bu yalnızlığın ortasında kendisini eğlendirebilmek için, oldukça ilginç ve derin bir hayal gücü geliştirir.
Anlayacağız garip, yalnız ve hemen hemen sevgisiz bir çocukluk geçiren ana karakterimiz, hayal kurarak mutlu olmayı keşfeder ve hayatını bu şekilde sürdürmeye başlar. Bir süre sonra insanların hayatlarındaki detayları ve onları mutsuz eden şeyleri saptayıp, çeşitli oyunlarla onları mutlu etmeye başlar. Veee bu arada kendisini bir aşkın içinde bulur. 🙂
Aşık olacağı sürece kadar Amélie için hayat oldukça basittir; kahramanımız birkaç başarısız romantik ilişki denemesi sonucunda, kendisini bir kaşık ile crème brûlées’suyla oynamak, Paris’te gün ışığında yürüyüşe çıkmak, St. Martin’s Kanalında taş sektirmek, bakliyat çuvalına elini batırmak, yüzeyi hoşuna giden taşları toplamak gibi çeşitli küçük zevklere adamış ve hayal gücünü tamamen serbest bırakmıştır.
Hayatı, Prenses Diana’nın öldüğü gün değişmeye başlamıştır. Haberlerden duyduğu şoku takiben yaşadığı bir dizi olay sonucunda, gevşemiş bir banyo fayansının arkasında bir çocuğun yıllar önce saklamış olduğu metal bir kutu bulur ve bu kutunun sahibini aramaya başlar. Bu arayış içerisinde kendisiyle bir anlaşma yapar; eğer kutunun sahibini bulursa, hayatını iyiliğe adayacaktır. Bulamazsa da…
Karakterimiz hayatını öyle bir toz pembe bavulun içine sıkıştırmış ki, film esnasında biz de onun gibi bu pembeliğin içinde rehavete kapılır, onu pespembe bir dumanın içinde görmeye başlarız. Onu kusursuz bir haznenin içinde sadece ve sadece insanlara pamuk helva dağıtan ve sanki hayattaki tek gayesi bu imiş gibi düşünme yanılgısına bile düşeriz çoğu kez.
Amélie, hikayesini dünden ya da öteden değil, tam da çocukluğundan itibaren anlatmaya başlar bize. Aşk hayatında yaşadığı birkaç kaçamaktan sonra bu genç kadın artık aşık olmaya değil, bu aşklara doğru giden tesadüfleri doğru bir şekilde birleştirmeye ve insanlara bu tesadüflerin sonucunu dağıtmaya başlar. Ama sadece aşkı değil, aynı zamanda bu sonuca giden iyiliği de insanların avuçlarına bırakmak ister. Kutunun tanımadığı birinin çocukluk anılarını sakladığına ve o kişiyi bulup kutuyu ona teslim ettiğinde pek tabii bir iyiliği daha evrene serbest bırakacağına inanan karakterimiz, bu esnada ne kutuya ne de yeni amacını sekteye uğratacak bir girişimin olmasına tahammül edemez.
Kendisiyle aynı apartmanda yaşayan “cam adam” lakaplı ressam Raymond Dufayel’in yardımıyla, kutunun gerçek sahibini bulur ve çeşitli numaralarla kutuyu sahibine iletir. Daha sonra kutu sahibini gözler ve üzerinde yarattığı mutluluğu görünce, diğer insanların hayatında güzel şeyler yapmaya devam etme kararı alır.
Bu Amélie’yi hayatına etki ettiği insanların gözünde gizli bir adalet sağlayıcı ve koruyucu melek yapar. Babasının hep hayalinde olan dünya turuna çıkmasını sağlar, iş arkadaşlarına, apartmanın yöneticisine, manavın çırağı Lucien’e gizlice pek çok iyilik yapar. Ama günümüz ”Polyanna”sı da değildir Amélie.
Ancak Amélie diğer insanlarla ilgilenirken, kimse onunla ilgilenmemektedir. Başkalarının mutluluğu yakalaması için uğraşırken, kendi yalnızlığını sorgulamaya başlar. Bu sorgulama, pasaport için fotoğraf çekilen fotoğraf kulübelerinde beğenilmeyip, kenara atılan vesikalık fotoğrafları toplayan tuhaf karakter Nino Quincampoix ile karşılaşınca daha açık ve rahatsız edici olmaya başlar.
Her ne kadar Nino’yu kendi yöntemleriyle pek çok dolambaçlı şekilde cezbetmeye çalışsa da, Amélie özünde utangaçtır ve Nino’ya yaklaşamamaktadır. Ancak cam adamımız Raymond’ın öğütleri sonucunda, başkalarının mutluluğu için uğraşırken kendi mutluluğunu da elde edebileceğini öğrenir.
Gelelim ayrıntılar cümbüşü olan filmimizin ortaya çıkış hikayesine…
Jean Pierra Jeunet yönetmeyi ve estetiğin bozulmaması adına her şeyin kontrolü altında olmasını isteyen bir yönetmen, bu yüzden de filmlerini stüdyoda çekmeyi tercih ediyor.
Amélie ise yönetmenin ilk stüdyo dışı filmi. Bunun nedenini ise şöyle açıklıyor: “Er ya da geç stüdyodan çıkmak zorundaydım. Hikaye de buna uygundu. Filmin kalbinin Paris’te atmasını istedim. Ne var ki, ‘Her bir kare, resim gibi olmalıdır.’ görüşüne inanıyorum. Estetik olmamak elimde değil. Bana çekici gelen her şeyde, Tardi’nin karikatürlerinde olduğu gibi Paris imajını aradım. O ve ben aynı şeylere ilgi duyuyoruz; yükseltilmiş metro trenleri, bazı anıtlar, merdivenler, eski taş binalar… Mekan seçimlerim hep bu doğrultuda oldu.”
“Daha sonra caddeleri arabalardan temizledik, duvarlardan grafitileri sildik, posterleri daha renkli olanlarla değiştirdik vs. Yani diyebiliriz ki, şehrin estetik kalitesini elimden geldiğince kontrolüm altına almaya çalıştım.“
“Biriktirdiğim anekdotlar dört beş farklı filme malzeme oluşturmaya yeterliydi ama onları tek bir filmde toparlamak zordu. Daha sonra tüm bu fikirleri enine boyuna düşündüğümde, filmin ortak paydasının, başkalarının yaşamını değiştirmeye karar veren bir kız olmasına karar verdim. Birdenbire, her şey yerli yerine oturmuştu. Guillaume Laurant ile senaryoyu yazmaya başladık. (…)”
“Kırk yedi yaşına geldiğinde, insan eskiden istediklerinden farklı şeyler isteyebiliyor. ‘Kayıp Çocuklar Şehri’ karanlık bir filmdi, insanların düşündüğünden çok daha karanlık. (…)
Yani demek istediğim, daha önce hiç pozitif bir film yapmamıştım. Bunu yapmayı istiyordum. Yıkıcı olmak yerine yapıcı olmak benim için ilginç bir meydan okumaydı. Hayatımın ve kariyerimin bu aşamasında, kalpleri ısıtan bir film yapmak istedim. İnsanların hayal kurmasını sağlayacak, onlara keyif verecek bir film… (…)
Şunu söyleyebilirim ki, bunu (dışarıda çekim yapmayı) hiç sevmedim. Her şeyi kontrol edemeyeceğim fikrine alışamadım. Çekim alanında yanlış yere park edilmiş bir araba, birdenbire kareye giren biri ya da yakınlardan gelen yüksek sesler… Hep yolunda gitmeyen bir şeyler çıkıyor ve tüm bunlar beni deli ediyor! Vakit nakittir. Vakit kaybetmemek için çok kapsamlı hazırlık yaparım. Bu sebeple, öngörülemeyen şeyler yüzünden birkaç saat kaybetmek benim için hiç eğlenceli değil, hem de hiç. (…)”
“Amélie ismi ise yapım sürecinde ortaya çıktı. Yazarken, kafamda bir aktör ya da aktris olmasından hoşlanırım. Bu yüzden birini ararken kendimize “Bu karakter, ‘Dalgaları Aşmak’ filminde Emily Watson’ın canlandırdığı karakter gibi olmalı, öyle bir içtenlik ve kararlılık.” dedik. Böylece sırf çalışmamıza yardımcı olması için, kafamızda onunla işe koyulduk.
Sonra da kendimize, “Neden olmasın?” diye sorduk. Watson da sonradan bir röportajında benimle çalışmak isteyeceğini söyledi. Böylece, karakteri ona göre yazdık ve adını da Emily koyduk. Ardından Emily Watson ile temasa geçtim. Buluştuk ve senaryoyu beğendi. Paris’te ve Londra’da pek çok kez buluşarak Fransızca provalar yaptık ama bu şekilde yeteneğinin yarısının uçup gittiğini fark ettim.”
“Bu nedenle senaryoyu İngiltere’de başlayacak şekilde tekrar yazdım: Karakter İngiltere’de büyüyüp sonradan Montmartre’a yerleşecekti. Sorunu böylece çözmüştük ama ön çekimlerin ilk günü beni arayıp, kişisel nedenlerden ötürü filmde yer alamayacağını bildirdi: Evini altı aylığına terk etmek istemiyordu, bu onun için çok uzun bir süreydi.”
“Böylece tekrar başa dönmüş olduk. Senaryoyu, tamamen Montmartre’da geçecek şekilde tekrar yazdık. İsim kaldı, fakat Emily yerine ‘Amélie’ oldu. Oyuncu kadrosunu Fransa’da oluşturmaya başladım. Bir gün bir posterin önünde geçerken, bir çift kahverengi göz yakaladı beni. Bir masumiyet ışıltısı, sıradışı bir ifade vardı bu gözlerde. Bu Vénus Beauté posterinden bana bakan gözlerin sahibi, Auderey Tautou’ydu. Kendisiyle bir toplantı ayarladım. Bir deneme yaptık ve on saniye sonra onun doğru kişi olduğunu anlamıştım. (…)”
“Onunla çalışmak gerçekten keyifliydi. Bu karakter için mükemmel olmasının ötesinde, gerçek bir karakter oyuncusu o, ki bu Fransa’da ender görülen bir şey. Buna ek olarak, çok ciddi bir sinematografi anlayışı var. Üstelik de daha sadece 23 yaşında!“
Gerçekten de Audrey Tautou’nun iri ve güzel gözlerindeki hem cin gibi bakışları hem de her an kırılacakmış gibi duran naif edası, erime sahnesini hatırlayın, insanları hemen etkisi altına aldı. Tautou bu eşsiz film ve nefis rolün hakkını öyle güzel verdi ki, bütün dünyada bir anda tanındı. Ve bu rol üstüne silinmemecesine yapıştı.
Karakterin zaman zaman direkt olarak kameraya bakması da benim ayrıca hoşuma giden ayrıntılardandı. Elinde kaşıkla kameraya (bize 🙂 ) bakıp gülümsemesi, kağıtları keserken kameraya bakması ve malzemelerini göstermesi, Amélie çalışırken arkadan yaklaşan kameraya dönüp bakması gibi… Hoşuma giden ayrıntılardan bir diğeri ise kameranın dönüşler sırasında rüzgar sesi çıkartmasıydı. 🙂
Son olarak filmin az bilinen ayrıntılarıyla yazımızı bitirelim:
– Cücenin dünyayı dolaşma fikri, 1990’larda İngiltere ve Fransa’da “bahçe cücelerini” çalıp başka yerlere bırakan ve 150 tane cüce çalmak suçundan Fransa’da cezalandırılan Garden Gnome Liberation Front’un eylemlerinden esinlenilmiştir.
– Bir sahnede Amélie, oturduğu binanın eski yöneticisine giderken, sokakta yeni bir Volksvagen Beetle’ın önünden geçmektedir. Oysa filmin geçtiği zamanda bu araba henüz üretimde değildir ve çeşitli eleştirilere sebep olmuştur. Jenuet ise filmle ilgili yorumlarında, bu arabanın olduğu sahneyi değiştirmediğini, bu sahnenin Amélie’nin tarihle uyuşmaz kimliğinin bir göstergesi olduğunu belirtmektedir.
– Amélie’nin etkileyici sahnelerinden biri olan, hayvan şekilli bulutların olduğu sahnede, şekiller Marc Solal ve François David’in kitabı “La tête dans les nuages”den birebir çizilmiştir.
– Audrey Tautou taş sektirmeyi bilmediği için taş sektirme sahnesi özel efektle filme eklenmiştir.
– Nino’nun soyadını Paris’in 60 mil kuzeybatısında yer alan Quincampoix köyünden almasının sebebi, Tour de France’ı 5 defa kazanmış olan ilk bisikletçi Jacques Anquetil’in mezarının orada bulunması ve sporcuya bir gönderme yapmak istenmesidir.
– Ana dili İngilizce olan ülkelerde, film ilk olarak “Amélie from Montmartre” adıyla yayınlanmıştır.
– Filmin İngilizce altyazılı versiyonlarında, apartman yöneticisi Madeleine Wallace, Madeleine Wells olarak adlandırılmıştır. Filmin orijinalinde Madeleine, soyadının Paris’teki Wallace Şelalesi’yle aynı olduğunu belirterek ağlamaya mahkum olduğunu söylemektedir. İngilizce versiyonda da aynı replik, “Wells Şelalesi” ile değiştirilerek aktarılmıştır.
– Film, Michael Sowa’nın çeşitli resimlerini içermektedir. Sowa’nın resimleri Amélie’nin yatak odası duvarlarını süslemekte ve bir açıdan Amélie’nin aşk hayatıyla ilgili bağlar kurmaktadır.
– Amélie Cannes Film Festivali’nde gösterilmemiştir. Jenuet, bir önceki filmi “La Cité des Enfants Perdus“ya (Kayıp Çocuklar Şehri) karşı gelen soğuk tepkilerden sonra Amélie’yi festivale çıkarmamaya karar veriştir. Amélie’nin festivaldeki yoksunluğu, filme karşı oldukça beğenen medya ve izleyiciler tarafından tepki toplamıştır.
– Öyküyü yumuşatmak ve samimileştirmek amacıyla tungsten kullanılarak istenilen renk sağlamaya çalışılmıştır.
Bence filmin sonunda her insan mutlaka ufak da olsa Amélie’leşiyor. 🙂
Amélie bize insanları mutlu etmenin hazzını, aklımızın derinliklerindeki düşüncelerin saf biçimde ifade edilişini, hayatımızdaki görmezlikten geldiğimiz küçük ayrıntıları gösteriyor. Tabii eğer bir an durup bakarsak…
Ve diyor ki: “Kendinize ve başkalarına karşılıksız iyilik yapmak için geç değil!” 🙂
Hoşçakalııın 🙂
İlk yorumu yapmak hoşuma gitti. Ben hayalet adam sahnesini sevdim. Tamirci sürekli gelip kontrol amaçlı kendi resmini çekip çöpe atıyor ve sonra adamın dünyaya iz bırak ak istediği ve unutulmamak için bunu yaptığı düşünülüyor. Çok güzel bir analiz o sahne.
Sizin analizini de oldukça detaylı ve güzel. Tebrik ederim. Film hakkında epeyce bilgi sağlamış oldum.
Güncel olarak eklemek istiyorum ki, film telif nedeniyle kaldırılmış her yerden. Turkcell TV plus’da ‘Amelie’ olarak bulunabilir. (Paylaşmak istedim.)
Her şey için çok teşekkür ederim. Hoşçakalın…